13 Mayıs 2012 Pazar

Aşkın Kırk Kuralı...

Birinci Kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
İkinci Kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil!
Üçüncü Kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri mânâdır. Sonraki bâtınî mânâ. Üçüncü bâtınînin bâtınîsidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.
Dördüncü Kural: Kâinattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.
Beşinci Kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. Aman sakın kendini diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: Bırak kendini, ko gitsin!
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Hâlbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Altıncı Kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Âşık dilsiz olur.
Yedinci Kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.
Sekizinci Kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.
Dokuzuncu Kural: Sabretmek öylece durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah âşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.
Onuncu Kural: Ne yöne gidersen git, Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.
On Birinci Kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edebilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.
On İkinci Kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.
On Üçüncü Kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.
On Dördüncü Kural: Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
On Beşinci Kural: ’Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldur. Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.
On Altıncı Kural: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden, ne lâyıkıyla bilebilir, ne lâyıkıyla sevebilirsin.
On Yedinci Kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
On Sekizinci Kural: Tüm kâinat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahlûk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendiyle uğraşan insan, sonunda mükâfat olarak Yaradan’ı tanır.
On Dokuzuncu Kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin hâlde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.
Yirminci Kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Yirmi Birinci Kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hak’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.
Yirmi İkinci Kural: Hakiki Allah Âşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgâh olur. Ama bekri aynı namazgâha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.
Yirmi Üçüncü Kural: Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengârenk ve emanet bir oyuncaktan ibaret. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir, ya kıymet bilmeyiz.
Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerde…
Yirmi Dördüncü Kural: Madem ki insan eşrefi mahlûkattır, yani varlıkların en şereflisi, attığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemelidir.
Yirmi Beşinci Kural: Cenneti ve cehennemi illâ ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit birileriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.
Yirmi Altıncı Kural: Kâinat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.
Yirmi Yedinci Kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır.
Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Kural Yirmi Sekiz: Geçmiş, zihinlerimizi kaplayan bir sis bulutundan ibaret. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir, ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu an’ın hakikatini yaşar.
Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, ne yapalım kaderimiz böyle deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin. Bunu anlatır Yirmi Dokuzuncu Kural.
Otuzuncu Kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez.
Sufi kusur görmez. Kusur örter.
Otuz Birinci Kural: Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.
Otuz İkinci Kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Otuz Üçüncü Kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Otuz Dördüncü Kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine, böylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır; emin bir beldede yaşar.
Otuz Beşinci Kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrıya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsanı Kâmil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.
Otuz Altıncı Kural: Hileden, desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır, ne bir katre şer.
O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan!
Otuz Yedinci Kural: Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken, ne bir saniye geç. Her insan için bir âşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.
Otuz Sekizinci Kural: Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım? diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün.
Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.
Otuz Dokuzuncu Kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz.
Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.
Kırkıncı Kural dedi tane tane konuşarak. Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

  Yazar: Elif Şafak

1 Nisan 2012 Pazar

Sevgi ile ilgili hayata yön veren sözler...


Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler tamamlar. (Söz: Ahmet Hamdi Tanpınar)

Birini seviyorsanız, gitmesine izin verin. Geri dönerlerse, her zaman sizindirler ve eğer geri gelmezlerse, hiçbir zaman sizin değillerdi. (Söz: Kahlil Gibran)

Sevdiğinin kusurlarını hoş görmeyen, sevmiyor demektir. (Söz: Goethe)

Kötü adamlar korkudan itaat eder, iyi adamlar sevgiden. (Söz: Aristotle)

Her birimizin inanılmaz yeteneklere sahip olmamız gerekmiyor. Sadece mantık ve sevgi yeterli olur. (Söz: Myrtle Auvil)

Gerçek sevgi, her zaman üretir ve yaratır, hiçbir zaman yıkıma uğratmaz. (Söz: Leo Buscaglio)

Büyük sevginin olduğu yerde her zaman mucizeler vardır. (Söz: Willa Cather)

Kadınlara ihanet ve saygısızlık edenler, ancak kötü adamlardır. (Söz: Hz. Muhammed)

Herhangi bir şeyi sevmenin yolu, onu kaybedebileceğimizin farkına varmaktır. (Söz: G.k Chesterton)

Sevgiyle, bulanık ve tortulu sular, arı ve duru hale gelir. (Söz: Mevlana)

Seven bir kadın, hiçbir zaman yaşlanmaz. (Söz: Paul Richter)

Sevmek mucizevi bir ilaçtır. Kendimizi sevmek, hayatımızda mucizeler yaratır. (Söz: Louise Hay)

Sevmek, sevilmeyeni de sevmektir, yoksa bir erdem değildir. (Söz: Gilbert Chesterton)

Sevdiği kadını ve sevdiği işi bulan erkek, yeryüzünde cenneti bulmuş demektir. (Söz: Helen Rowland)

Büyüklerine saygı, küçüklerine şefkat göstermeyenler, bizden değildir. (Söz: Hz. Muhammed)

Sevip de kaybetmek, sevmemiş olmaktan daha iyidir. (Söz: Seneca)



   

Yazmak, insanın kendi içine kaçma halidir.

             
           Ben yazmaya hayatımın hangi döneminde başladım tam bilmiyorum. Kendimi bir boşlukta hissettiğim zamanlardı. Kendime tahammül edebilmenin kaçış yoluydu yazmak...
Yazının özünde aşkınlık vardı. Kendinden öteye ulaşma arzusu ve kendi içime doğru yaptığım bir yolculuk. Yazmak geçmişe bağlı olduğunda mümkündür ancak. İlhamını hep geçmişten alır. İnsanın kendi hatalarıyla yüzleşmesi, içinde yaşadığı çelişkiler, yarım kalmışlık hissi...
Yazarlık bu duygulardan kurtulmak için, insanın kendini daha özgür hissettiği bir dünya.
          Geleceğin bir an önce gelmesi için didindiğinden olsa gerek dışa dönüktür yazarlık. Görmeden de bilebilir, gitmeden de varabilir, dokunmadan da hissedebilirsin eğer hayal kurmayı biliyorsan. Düş artı zaman gerçek olur diye anlatıyordu Tanrılar Okulu isimli kitapta. Hayal etmeyi ve sabretmeyi bilirsen, zaman içinde gerçek haline dönüşüyordu olmasını istediğin her şey. Yazmak insana sabretmeyi öğretiyordu, hayal gücünün sırlarını zorlamayı. Yazmak hiç kimsenin anlamadığı kadar bir gerçeklik taşıyordu içinde. Sabretmek, olgunlaşmak, mucizelere inanmak... Yazmak geçmişten alsa da ilhamını, geleceğer taşıyordu yazar ve okuyucuları. Hayata tahammül edebilmeyi kolaylaştırıyor ve elbette değişimin ta kendisi oluyordu.
          Sanılanın aksine her zaman yaratmak değildi yazmak, yıkmaktı bazen. Yazı varoluşsal zamk gibiydi, parçalarımı bir arada tutan. Yazma isteğim kaybolunca, parça parça dağıldığımı hissederdim. Kalemi elime aldığımda, kendimi kelimelerin efendisi gibi hissederdim. Ama aslında değildim. Ben, kelimelerin kendilerini anlatmasına vesile oluyordum sadece. Kelimeler ne emrediyorsa, ne fısıldıyorlarsa gönlüme onu yazıyordum. İşin gerçeği yazdıklarım bana ait değildi. Ben sadece harfler için bir araçtım.

  Yazar: Sema Yıldırım
        

İnanmak ile ilgili hayata yön veren sözler


Zafer 'zafer benimdir' diyebilenin, muvaffakiyet 'muvaffak olacağım' diye başlayanın ve 'muvaffak oldum' diyebilenindir. (Söz: Musatafa Kemal Atatürk)

Yazma sanatı, inandıklarınızı keşfetme sanatıdır. (Söz: David Here)

İyiliği, hastalığı, sefaleti, mutluluğu, zenginliği, fakirliği, yaratan zihindir. (Söz: Edmund Spencer)

Yapabildiklerimiz ya da yapamadıklarımız, olası ya da imkansız olarak gördüklerimiz, çoğunlukla gerçek kapasitemizin bir sonucu değildir. Daha çok kim olduğumuz hakkındaki inançlarımızın yansımasıdır. (Söz: Anthony Robbins)

Harikulade şeyler ancak içlerindeki bir şeyin koşulların üzerinde olduğuna inanma cesaretini gösterenler tarafından yapılmıştır. (Söz: Ray Robinson)

İnanan mutludur, şüphe halinde olan ise mantıklıdır. (Macar Atasözü)

İnsanlar bize bizim kendimize inandığımız kadar inanırlar. (Gutzkow)

Zorlamayla inanmakla, yol kesen haydutlar arasında uyumak aynıdır. (Söz: Mevlana)

Mucize, havada yüremek ya da su üstünde yürümek değil dünya üstünde yürümektir. (Çin Atasözü)

Hiçbir zaman başınızı eğmeyin. Her zaman dik tutun. Hayatı karşınıza alın ve tam gözünün ortasına bakın. (Söz: Helen Keller)

İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır. (Söz: Hz. Ömer)

Neysek ve neredeysek oyuzdur, çünkü ilk önce onu hayal etmişizdir. (Söz: Donald Curtis)

İnanmak istemeyeni, hiçbir mantık inandıramaz. (Söz: Cenap Şehabeddin)

Sabit kalan inançlarınız yok ise, oturaklı bir hayatınız olmaz. İnançlar bir binanın temeli gibidir ve bunlar hayatınızı üzerine inşa edeceğiniz temeldir. (Söz: Alfred Montapert)





30 Mart 2012 Cuma

Değer mi?


      Beşer yıllık aralarla hayatıma baktığımda ne kadar değiştiğimi, ya da kendimi iyi-kötü ne kadar muhafaza edebildiğimi görebiliyorum. Fotoğraflarda gülümseyen suretimdeki değişimden daha belirgin olduğunu düşünürüm bazen bunun. Günün modasına uygun renkler ve saç şekillerinden daha farklı bir ''şey'' yerleşmiştir o resimlere. Bütün yaşadıklarım geçer gözümün önünden. İnandıklarım ve uğruna ciddi ciddi tartışabileceklerim, hatta kavga edebilenlerimin de değiştiğini görmek bazen rahatsız eder beni... Yeni değerlerimden bahsediyorum. Beni şekillendiren, beni ben yapan, ben büyürken bana öğretilen ''insan olmanın'' gerekliliklerinden...
      İyiliğin bu denli dudak bükülerek göz altına alındığı bir zamanda, koşulları çetin, rüzgarları sert işlerde çalışmak değerlerinizi koruyabilmenizi daha zorlaştırır hepinizin malumu. Zirveye tırmanırken üzerinizdeki ağırlıkları atmanızı telkin ederler size. Saçma gelir bu ilk duyduğunuzda...
Ama bir süre sonra kan ter içinde ''yukarı'' tırmanırken değerlerinizle olan sırt çantanızdan atamadıklarınızın aslında ne kadar gerekli olduğunu düşünmeye başlarsınız. Omunuz acıyordur. Dizleriniz kesilmeye başlamıştır. Mantık da zaten sırtınızdaki '' Bu gereksiz yükleri bırak, öyle devam et'' demeye başlar. Çünkü yukarı kıvrılan yoldaki yolculukta değerleriniz sanki birer ''yük'' gibi dururlar... Yanınızdakilere bakarsınız. Sırtından insan olmanın bütün erdemlerini çıkarıp bir yana koymuş olanların ne kadar hızlı yukarı tırmandıklarını görürsünüz. Şaşırırsınız. Kendinizden şüpheye düşersiniz. Acaba zirvede sizi bekleyen şey her ne ise ona ulaştığınızda ne kadar ihtiyaç duyacaksınızdır?
       Sırt çantanızın tamamını bırakmaya kıyamayacağınızdan bir an durup soluklanırsınız ve içinde neler varmış bir bakarsınız. Mesala önce kimsenin kalbini kırmama inancınızı evirip çevirirsiniz. Ne işinize yaramıştır bu? Siz buna itina ederken kaç kişi size aynı özeni göstermiştir ki?
Çıkarıp bir yana koyarsınız. Sonra dargınlıkların yersizliğine dair kulağınıza taktığınız küpeyi de demode bulursunuz. Aslında sırt çantanızdaki en eğır yükü ''insan özüne duyduğunuz saygı'' oluşturur.  Bir başkasına, bir başkasının varlığına, tavrına korumaya çalıştığınız saygı yani. Bu çok ağırdır, evet ve zirveye koşarak gidenler önce bunu çıkarıp atarlar... Siz de çıkarırsınız. Öyle ya kimsede yoksa sizde olmasının ne anlamı var ki? Çocukluğunuzdan bu yana yapmaktan, bitirmekten gururlu olduğunuz her işin karşılığında sadece birini mutlu etmenin, görevini eksiksi yapmanın ve başarmış olmanın doygunluğunun yeterli olduğunu anımsatan resim çerçevesinin bu çantaya nasıl sığdığına aklınız ermez. Bir iş yapıyorsan ona göre ''somut'' bir karşılığı olmalıdır bunun. Hatta o işin en iyisi olmalı, bunu için de böyle bir çerçeve yerine Oscar gibi, şu gibi bu gibi şahane ödüller taşımalısınızdır. Bu çerçeveyi de çantadan çıkarır, önünüzde samimiyet kurabileceğiniz bir jüri üyesi olup olmadığını kontrol edersiniz. Zira yakınlık kurulabilecek önemli bir kişinin kartvizitinin kapladığı yer eski bir erdem çerçevesinden daha azdır.  Sonunda gerçekten hafiflersiniz.
        İyi kötü zirveye vardığınızda birbirine ne kadar benzediğine inanmadığınız bir kalabalıkla karşılaşırsınız. Tuhaf boş bir tencere tıngırtısıdır duyulan sesler. Boşlukta çın çın eden kaşık sesleri gibidir. Sanki aynaya bakar gibisinizdir. Herkes aynıu, herkes hafif, herkes başarılıdır... Üşümeye başlarsınız. Eğer şansınız varsa yolda bıraktığınız değerlerinizi toplamak için geri dönmeye, yürekli ve güçlü olursunuz. Değerler... Beş yıllık aralarla hayatıma baktığımda sırt çantamdan nelerin çıktığını görüyorum. Ya da nelerin eklendiğini, nelerden vazgeçemediğimi... '' Değişmedim, sırtımı hafiflettim,'' dersem yalan söylemiş olurum.
      Ama hala geçmiş küçük ve güzel günlerin anısına bir hatır sormayı, birlikte geçirilmiş birkaç saatlik zamanın saygısını taşımayı, geçmiş olsun'u, mutlu yıllar'ı, haklısın'ı, özürdilerim'i, daha iyi günler göreceksiniz demeyi, yeniden, yeniden sevmeyi, severken de bir daha başa dönmeyi, '' iyi bir insan olmanın ağır sırt çantasını taşımayı'' önemli buluyorum. Ya da seviyorum...
Kendime dönüp her baktığımda çantamdan çıkarmaya yeltendiğim ya da çıkarıp attığım bir başka değerimi geri dönüp bulmak gerektiğini anlıyorum. Galiba artık zirveden çok hayatın düz ve sonsuz varlığının güneşli günlerine inanıyorum...


  Yazar: İclal Aydın


       

27 Mart 2012 Salı

Kuğunun gölgesi...


      Siyah Kuğu'yu izlerken aklıma Ursula K. Le Guin'in Yerdeniz Büyücüsü romanı geldi. Evet, Harry Potter'ın kibar bir deyimle ''ilham kaynağı'' olan kitap. Bazılarıysa olayı '' yüzyılın intihali'' olarak görür. Aslında Harry Potter, Ursula'nın kitabını okumuş birinin aklında kalanlarla yazdığı bir öykü gibidir. Büyücü adayı Ged, naif bir çocuktur. Gölgesinden kaçıp durur. Ne zaman cesaretini toplayıp onu ele geçirir, kavuşur esas gücüne.

     Canımın içi Natalie Portman'ın canlandırdığı Nina ise bunu yapmaktan aciz: Hatta tam tersine, gölgesi onu kıskıvrak yakalıyor. Le Guin aynı konuda bir de yazı patlatmış: Olayı Çin diyalektiğindeki yin-yang çemberine bağlıyor: Her iyide kötü, her kötü de iyilik. Yin-yang malum, bazen beyaz üste çıkar bazen siyah. Ama ikisi birbirini tamamlar. Biri olmadan öbürü yarım. Le Guin sanki Nina'nın annesiyle konuşuyor: ''Çocuklarımıza iyilikten bahsediyoruz ve onların eğitimini eksik bırakıyoruz. Oysa kalplerinin karanlık yüzünü de bilmeliler. Onunla yüzleşip ehlileştirecek güce sahip olmalılar. Karanlık tarafımızla yüzleşip, gemini taktık mı sorun yok. Yoksa o bize hükmetmeye kalkıyor. Hele filmdeki Nina gibi hazırlıksız yakalandık mı fena!

     Güçlü insanlara bakın: Hepsinin kendi siyah kuğularını güttüklerini göreceksiniz. Güçlerini buradan aldıklarını... Bir de zalimlere bakın: Kontrol edemedikleri siyah kuğular tarafından güdülmekteler. Gölgeyle yüzleşip yüzleşmeyeceğimize, içimizdeki takati yoklayarak karar vermemiz lazım. Çok kritik bir karar: Eğer onu zaptedecek gücümüz yoksa en iyisi hiç bulaşmamak. Filmdeki naif kız böyle yapsa mesele kalmayacak. Kendi çapında bir dansçı olarak yaşlanıp, torunlarına sahnede çekilmiş resimlerini gösterecek. Beyaz kuğular belki başrölü kapamazlar ama yarım ve güvenli dünyalarında onları yutamaz hiçbir gölge.

Yazar: Tuna Kiremitçi

     


     


    

26 Mart 2012 Pazartesi

Evler birer küçük cezaevi

  
         Üstat Selim İleri, yıllar önce verdiği röportajda '' Özellikle anne- baba evleri, çoçukların hapsedildiği yerler gibi geliyor bana'' demiş.
        ''O çocukların karakterlerini anne, baba belirliyor. Sonra belki çocuk kendi karakterini buluyor ama arada on-on beş yıl ziyan oluyor. O nedenle evler birer küçük cezaevidir.
          Şahsen evlerden çok evliliklerin zamanla cezaevine dönüştüğünü gözlemlemişimdir. Yani aslında büyükler çekiyor cezayı. Çocuklaraysa onların kaderine ortak olmak düşüyor.
          Tıpkı Uçurtmayı Vurmasınlar filminde annesiyle cezaevinde çile dolduran küçük Barış gibi. İçine doğduğu şartlara uyum sağlayıp bir şekilde hayatta kalacak.
          Evde de anne-baba beraber mutsuzsa, yarattıkları sevgisiz dünyada çocuklar da kavruluyor.
          ''Çocukluk travması'' dediğimiz bundan ibaret: İçine doğduğumuz ve dışına çıkamadığımız bir dünyada Survivor oyunu.
           Malum, her çocuk evden kaçacak kadar cesur değil. Sonra o evden kaçamayanlar büyüyor ve ne zaman başları sıkışsa o çaresizlik anına geri dönüveriyorlar. Bazen sıradan olaylar bile tetikleyebiliyor: Trafikte anlaşmazlık, devlet dairesinde kuyruk, siyasi rakibin sıradan bir demeci...
            İnsan aniden geçiveriyor karanlık tarafa. Köşeye sıkıştığı için tırnaklarını çıkaran kedi misali. Sanıyor ki dünya hala çocukken hapsolduğu o sevgisiz hanedir. Vezir de olsalar içlerinden gitmiyor bu çaresizlik. İnsanı acımasız ve empatiden yoksun kılıyor.
             Etrafınıza şöyle bir bakın: Agresif patrona, hırçın futbolcuya, kaza pahasına yol vermeyen taksiciye, kırıcı şeyler yazan köşe yazarına, kükreyen siyasetçiye, aynaya hatta...
Yeterince uzun bakarsanız, evden kaçamayan o çocuğun hala yaşadığını göreceksiniz.

Hepimiz Birilerinin Eski Sevgilisiyiz Kitabından...
Yazar: Tuna Kiremitçi

18 Şubat 2012 Cumartesi

VAZGEÇTİM

Vazgeçtim sevgilerden, yorgun bekleyişlerden,
Bir gün olacak sandığım kalbimi kıran özlemlerden,
Vazgeçtim artık bir daha geri dönemem…
Hiç kolay değil ki yalnızlık,
En başta dost görünür karanlık,
Her yanı sarınca sessizlik, çığlıkların duyulmaz hiçbir yerden.
Bana senin kadar düşman değil,
Senin gibi acıtmaz içimi yine de biliyorum,
Bazen delirtse de sessizliği, ben yalnızlığımı seviyorum…
Vazgeçtim anlıyor musun?
Ellerini çek yüreğimden...
Haklıysan haklısın tamam; bende kalsın aşk,
Kıymetini hiç bilemediğin, bir kalemde silebildiğin,
Yaşadığımız her şey için yine de teşekkür ederim…
Geri ver bana kalbimi, işte senden de vazgeçtim,
Senin gibi acıtmaz içimi yine de biliyorum,
Senin yerine yalnızlığı seçtim.


ŞİİRDE SAKLI TESELLİM KİTABINDAN VAZGEÇTİM İSİMLİ ŞİİR...

ŞAİR:SEMA YILDIRIM

16 Ocak 2012 Pazartesi

MEVLANA'NIN SÖZLERİ

Mevlana’nın Sözleri A:

Mademki kendinde bir dert veya pişmanlık hissediyorsun; bu, Allah’ın sana olan yardımının ve sevgisinin bir delilidir.

Sen değerinle ve düşüncenle, iki âleme de bedelsin, ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.

Bazı insanlar vardır ki selam verirler ve selamlarından is kokusu gelir. Bazıları da vardır ki selam verirler ve onların selamından misk kokusu gelir.

Denizin kenarına kadar, ayakların izi vardır. Ama denize girdikten sonra ne iz kalır, ne işaret.

Sen bizim suretimize [yüzümüze] değil, siretimize [ahlakımıza] bak.




Mevlana’nın Sözleri B:



■Ümit, güvenlik yolunun başıdır. Yolda yürümesen de daima yolun başını gözet. “Doğru olmayan şeyler yaptım.” deme, doğruluğu tut. / O zaman hiçbir eğrilik kalmaz. / Doğruluk Musa’nın asası gibidir. Eğrilik ise sihirbazın sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca onların hepsini yutar.
■Gönlü ışık yakmayı, aydınlanmayı öğrenen kişiyi, güneş bile yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen benliğini yakıver.
■Yüz binlerce birbirine benzeyenleri seyret de aralarında ki yetmiş yıllık farka dikkat et. İki şey birbirine benzeyebilir: Acı su da berraktır, tatlı su da…
■Ömründen nasibin, kendini Sevgiliden mesut bulduğun andan ibarettir.
■Şunu iyi bil ki safları yaran, her şeyi yenen aslanla savaşmak kolaydır; gerçek kahraman odur ki önce kendi nefsini yener.

Mevlana’nın Sözleri C:

■Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe geçici, fakat akıldan meydana gelen gül bahçesi hep yeşil ve güzeldir.
■Nice bilginler vardır ki gerçek bilgiden, hakiki irfandan nasipsizdirler. Bu ilim sahipleri, bilgi hafızıdır, bilgi sevgilisi değil.
■Nice kişiler vardır ki dizimin dibindedirler, ama benim için sanki Yemen’dedirler. Yemen’de olan niceleri de vardır ki sanki dizimin dibindedirler.
■Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, hiç aramamak demektir.
■Tuzağa saçtığın taneler cömertlik sayılmaz.

Mevlana’nın Sözleri D:

■Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı.
■Allah ile olduktan sonra, ölüm de ömür de hoştur.
■Bal yiyen, arısından gocunmaz.
■Bir mum diğerini tutuşturmakla ışığından birşey kaybetmez.
■Ne mutlu o kimseye ki kendi ayıbını görür.

Mevlana’nın Sözleri E:

■İyiliği ve ihsanı tamamlamak, başlamaktan daha iyidir.
■Bu dünya bir tuzaktır, tanesi de arzular.
■Balığa, denizden başkası azaptır.
■Soru da bilgiden doğar, cevap da.
■Adalet nedir? – Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? – Dikene su vermek.

15 Ocak 2012 Pazar

Gerçek yasa, özgürlüğe gidendir

İnsanlar en çok neyin mücadelesini verirler yaşam içerisinde. Mutlu olabilmek, insanın kendi hayatını tek başına kazanabilmesi, ayaklarının yere sağlam basabilmesinden başlıyor ilk önce. Hangimiz hayatımızın bir döneminde, yaşam içinde varoluş nedenimizi sorduk kendimize. Ve kaçımız bu hayat benim yaşamak istediğim hayat değil, ben böyle bir insan olmak istemiyorum diyebildik, kendimize karşı dürüst olabildik. İçimizden geldiği gibi davranabilmek, özgür olabilmek için kendimizi aşmaya çabaladık mı? Düzene başkaldırdığımızda yalnız kalmayı göze alacak kadar cesurmuyduk. Bu dünya da cennet ve cehennem olduğunu, mutsuzluğa ve içimizde bizi kemiren boşluğa mecbur olmadığımızın farkına varabildik mi? Anlamlı ve mükemmel hayata giden yolun kendimiz olmaktan geçtiğini, herkes gibi olmak yerine farklı olmanın verdiği mutluluğu tercih edenlerden mi olduk?
Richard Bach’ın Martı Jonathan Lıvıngston adlı kitabında, farklı olmak isteyenlerin, özgürlüğe ve daha anlamlı bir yaşama giden yolda verdikleri mücadele anlatılır. Yaşamın sıradanlığına ve tek düzeliğine karşı, fırtınada bir yaprak misali oradan oraya savrulan, hayata boyun eğmiş insanların okudukları zaman hayata bakışlarında çok büyük değişikliklere de neden olabilecek bir hikâye Martı Jonathan’ın hikâyesi. Öğrendiği şeyleri bütün samimiyetiyle paylaşıp, diğer insanların hayatlarını da anlamlandırmaya çalışan kalbi sevgi dolu, aşk şarkılarının prodüktörü sevgili Sezen Aksu geldi aklıma bu hikâyeyi okuduğumda. Bu hikâye de anlatıldığı gibi tek bir yasa vardır, bu yasa özgürlüğe gidendir. Kendi olabilen, gerçek kimliğini bulmaya çalışan, kendi hayatını ve başkalarının hayatlarını anlamlandırmaya çalışan herkese teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

İYİ VE KÖTÜ OLMAK BİR SEÇİM MİDİR?

İyi ve kötü olmak bir seçim midir? İnsanoğlunu içinde yıkıcı ve yapıcı olmak üzere farklı iki kişilik bulunur. İnsan kendini güvende hissetmediği, hayatın anlamını sorguladığı zamanlar içindeki yıkıcı kişilik ortaya çıkar. Zaten kötülüğün başlıca nedenleri, kendine güvensizlik, korku, iktidar isteği değil midir? Anthony Burger’in en önemli eserlerinden biri olan ‘Otomatik Portakal’ romanında iyi ve kötünün ne olduğu, toplumun insana dayattığı roller ve insanoğlunun bu durum karşısında çaresizliği anlatılmıştır. Romanda bahsedilen konu baskıcı bir yönetimin ve bu yönetime karşı direnen bir sokak çetesinin hikâyesi… Çetenin ve hikâyenin başkahramanı olan Alex, arkadaşlarıyla şiddet dolu davranışlar sergilemektedir. Bir gün, bir kadının ölümüne sepep olurlar. Alex önce hapsedilir, sonra beyni yıkanır. Bundan dolayı Alex, şiddet içeren bir harekette bulunduğunda vicdanen çok rahatsız olmaya başlar. Ve Alex iyi biri olup çıkmıştır. Ama iyi biri olmayı kendi seçmemiştir, başka bir şansı olmadığından bu durumu kabul eder. Romanın adının garipliği, portakalın nasıl otomatik olabildiğine gelince; bunun anlamı en garip davranışları ve özellikleri barındıran insanlarda, portakalın organikliği insanlığı temsil ederken, otomatik ise makineleşmeyi ifade ediyor. Bu hikâye de Alex’in başına gelenler, gördüğü işkencelerden sonra özgürlüğüne iki yıl sonra kavuşunca yine eski Alex olması okuyucu düşündürüyor. Ağır sorunlarla yüklü, çağımızın gerilimli ve derin çelişkilerle dolu süper toplumlarında insanın yazgısı ne yönde değişiyor? Kötü olmaktan başka bir çare bırakılmıyor insanoğluna. Toplumun parıltılı görünümü altında, insanın yalnızlığı, çaresizliği hayatın zorluklarına karşı direnirken, her şeye rağmen yine de yeni bir dünya yaratma hayalini canlı tutuyor Otomatik Portakal romanının başkahramanı Alex’in dramı.
Günümüzde bile hala aynı problemleri yaşıyoruz. İnsanın insana yaptığı zulüm, çaresizlik karşısında insanoğlunun takındığı bencil tavır. İnsanın seçim hakkının olmaması, iyi ve kötü kavramlarının değişkenliği ve yaşadığı bu çelişkili hayatta farklılıkları kabul etmeyen insanlara benzemek zorunda bırakılması. Yazar bu duruma kalemiyle saldırdığını ifade ediyor samimi bir ifadeyle kitabında. Tüm hayvanların en zekisi olan, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna, baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere ve hala içinde yeni bir dünya yaratma arzusu taşıyan insanın kendini ifade etmesi yazarın okuyucusuyla güçlü bir bağ kurmak istemesinin en güzel örneğidir Anthony Burgers’in Otomatik Portakal romanı.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

14 Ocak 2012 Cumartesi

MIŞ GİBİ YAŞAMAK

Bu kavanoz dipli dünya, binbir gölge oyunu oynanan parıltılı ve tantanalı sahneydi. Paraya, pula, mala, makama, unvana aldanıp kanan oyuncularla doluydu. Ne kadar zenginleşirlerse, o kadar çok doyumsuz oluyorlar. Ne kadar yükselirlerse daha bir aç oluyorlar yükselmeye. Fesat ve hasetle, kibirle, budalaca dünya malını kendilerine kıble yapıyorlar, bilerek ya da bilmeyerek nesnelere kul oluyorlardı. Bu dünya da herkes bir şey olmaya çalışırken, hiç kimse olmak istiyorum bazen. İnsanı ayakta tutan ben duygusu yerine bir de hiç kimse olmamaya çalışsa insanlar, belki de mutluluğu o noktada yakalayacaklar. Evrende bir toz taneciğiz hepimiz. Ne kadar yükselirsek yükselelim, kendimizi küçük zannederiz. Oysa büyük âlem, insanın kendisinde toplanmıştır diye yazıyor okuduğum bir kitapta. Bir tek nokta, en ince fırçanın ucuyla suya bırakılan minnacık bir nokta ve sonra umman-ı derya. Tüm kâinat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytanı hep dışımızda ararız, korkunç bir mahlûk gibi. İçimizde bir ses bize azla yetinme, daha fazlasını iste diye sesleniyorsa o ses şeytanın sesidir. Başkalarıyla değil, sadece kendisi ile uğraşan insan Yaradan’ı tanır.
Kim olursak olalım, dünyanın hangi yerinde yaşarsak yaşalım, ta derinlerde bir yerlerde hepimiz bir eksiklik duygusu taşımaktayız. Bu eksikliğin ne olduğunu bilenimiz ise çok az. Sezen Aksu’nun bir şarkısında söylediği gibi. ‘Yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı, Alışılmıyor acıya yok kaidesi, kuralı. Kanayıp ne kadar tutabilirsinin gül uğruna dikeni, Ne gelen anladı ne giden olanı biteni’. Yaralıyız hepimiz. Bir başka hayat varmı kendimiz olabildiğimiz, kendimizi daha çok sevebilme ihtimali bulabileceğimiz? Kendimize güvenimiz eksik. Bu güveni kaybettik zaman içinde. Bu güvensizliği nereye gidersek gidelim, taşıycaz başka hayatlara. Bir gün kendimize olan güvenimizi tekrar kazanırsak, kendimiz olabilmeyi seçme sanşımız elimize geçerse o zaman mış gibi yaşamıycaz hayatımızı.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

VAROLUŞUN BİR ANLAMI VAR MI?

Yaşadıkça düzelmiyordu hayat. İçimizdeki çocuğu büyütmek lazımdı. Hala hayatın niye böyle olduğunu sorguluyorsak, kendimizle ve başkalarıyla kavgamız bitmemişse henüz olgun değildik. Bu durum büyümediğimizi ifade ediyordu. Yaşlandıkça ümitlerimiz de yaşlanıyordu, kendi acımızdan kaçmak için bencilleşiyorduk zaman geçtikçe. Daha bencil, daha mutsuz insanlar oluyorduk. İyi ve kötü diye tanımladığımız insanları olduğu gibi sevebildiğimiz, kendimizle barışık olduğumuz başka bir yer varmıydı? Yargılamadığımız, yargılanmadığımız, korkuların, tüm sıfatların anlamını yitirdiği başka bir boyuttan söz ediyorum. Cenneti ve cehennemi de bu dünya da gördüm diyor bu şair. Şeytanı ve kötülüğü hep dışarıda arar insanoğlu. Oysa bir bilse şeytan aslında içinde. Dünya nimetlerine fazlaca düşkün, hırslı, doyumsuz, kibirli bir canavar insan yüreğinde. Hem kendisini huzursuz ediyor, hem çevresini. Çizginin bir ucu yaşam, diğer ucu intihar… Öyleyse yaşamak, ölümün tam kıyısında durabilmeyi, ayaklarını boşluğa sarkıtmayı, korkusuz olmayı gerektiriyordu. Sezen Aksu’nun bir şarkısında söylediği gibi. ‘ Yitirmeli ne varsa, başlamalı yeniden’ Hiçbir konuda sabit fikirli ve katı olmamayı, değişmeyi ve inandıklarından vazgeçebilmeyi bilmek gerekiyordu yaşamak için. Yaşam ve ölüm birbirine bağlı iki arkadaştı. Ölüm yaşamı değerli kılıyordu, onu tamamlıyordu. Hayat dediğin bittikçe başlıyor, her acı insanı biraz daha büyütüyor, öldürmeyen her acı güçlendiriyordu. Asıl amaç yaşamak olmalıydı yine de her şeye rağmen. Kısa ya da uzun olması önemli değildi. Çünkü gerçek olan zaman değildi. Hayatı güzel yapan, o sonu gelmeyen arayış, özlem ve mücadeleydi.
Değişiyor insan kendine bile itiraf edemediği bir şekilde. Yaşarken fark ediyor ki her şey birbirine bağlı ve her parça kendi içinde bir anlam taşıyor. Sabırla ve sükûnetle beklemeyi başarabilsek, kâinatın bütün sırlarının kendisine sunulacağı hissine kapılıyor. Hayat elimize tutuşturulmuş rengârenk bir oyuncaktan ibaret. Kimisi bu oyuncağı çok ciddiye alır, onun için ağlar, onu gözünden sakınır. Kimisi de eline alır kurcalar bu oyuncağı. Kırar, parçalar, kıymet vermez. Biz yaptığımız hatalardan çok pişman olsakta, hayatın değerini bilmediğimiz için hayıflansakta hayatımızı değiştirmek için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, tamamen yenileyebiliriz kendimizi. Geçmişimizden güzel dersler çıkartıp, korkularımızı, güvensizliğimizi, acılarımızı geleceğe taşımadan. Sil baştan başlamak için, yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeyi bilmek gerek. Elif Şafak’ın ‘Aşk’ adlı kitabında geçen şu paragrafı sizlerle paylaşmak geldi içimden. ‘ Noktalar değişse de bütün hep aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır. Merkezinde… Ölen her sufi için bir yeni bir sufi doğar.
İnsanın varoluşunun nedenini sorguladığı zamanlarda, her şeyin anlamsız olduğunu düşünmesi, geçmişinde yaptığı hatalardan, acısından kaçması ve suçu başkalarında araması, kendisine karşı acımasızlığını ifade eder. Hayatın bana adil olmadığını düşündüğüm zamanlarda, her şeyin bir anlamının olduğuna inanmak isterim. Ve yürekten inanırım ki kendime karşı dürüst olduğum sürece, hayat yarı yolda bırakmaz beni.

YAZAR:SEMA YILDIRIM

Sadakat, bir erkek için özgürlüğün kısıtlanmasıdır

Hayatında bir erkek olmadan, hayatın anlamsız olacağı öğretildi bize. Çoğu kadın yalnızlık korkusuyla kendisini sevmeyen, ama sevdiğine inandığı erkekleri kabul edebiliyor özel hayatına. Birçok kadın varlıklı bir erkekle evlenerek sosyal statüsünü yenilemeyi tercih ediyor. Birçok kadın da erkeğe ekonomik güvenceyle bakmayıp, gerçekten sevip, sevildiğinde var olduğunu hissediyor.
İnci Aral’ın ‘Sadakat’ adlı romanında kadın ve erkek birbirlerine sadık olma konusunda nasıl bir mücadele içerisine girdiği ve erkeğin sadık olmayı cinsel anlamda özgürlüğün kısıtlanması olarak algıladığı çok açık bir şekilde anlatılıyor. İnci Aral’ın bu romanında hikâyenin kahramanlarından biri olan Azra, yaşamında bir erkek olmadan kendi varoluş nedenine inanmayan kadınlardan. Azra bu nedenle eşi Ferda’nın ufak tefek çapkınlıklarına, kaçamaklarına göz yumuyor. Burada Azra’nın aşkı hastalıklı bir durum. Kocasının ona karşı ilgisizliğini kabul etmek istemiyor. Ferda gibi kadınları kolayca etkileyen bir erkeğin yanında Azra kendini gittikçe güvensiz ve yalnız hissediyor. Azra’nın güvensizliğinin onu daha hırçın ve kıskanç yapması, Ferda’nın kaçmasına bahane oluyor. Ferda bu durumda karısının hırçınlığını ve baskıcılığını, özgürlüğünü kısıtlayıcı bir engel olarak görüyor. Azra’nın kendi yarattığı, kendisini inandırmak istediği, hayatına kabul ettiği kocası Ferda doğal olarak Azra’nın bu tutumunu ve kıskançlığını anlayamıyor. Her kadın gibi gerçek olmayan bir hayalin peşinden sürükleniyor bu hikâye de Azra. Ama bunu kendisine itiraf edemediği için, ilişki zamanla hastalıklı, iki tarafa acı veren bir kimliğe bürünüyor. Azra’nın annesi, kocası tarafından aldatılan bir kadın. Annesinin babası tarafından aldatılmasını, annesinin sert ve kendini beğenmiş olmasından kaynaklandığını ifade ediyor. Yani kendi düştüğü hataya annesi düştüğünde, annesinin yaptığı davranışın yanlış olduğu düşüncesinin farkına varıyor. Ama her kadın gibi o da mutluluğu aşkta arıyor. Hayal ettiği bir erkek bulamadığında, yanlış insanları hayatına çekiyor. Sadık kalma zorunluluğu, aşkta saygıyı öldürüyor. O kişinin sınırları zorlandığında aşk, aşk olmaktan çıkıyor.
Bağımlı olmaya zorlanan karşı taraf, mutluluğun özgürlükte olduğuna inanıyor. Evliliklerde aşkın tükenmemesi için, iki tarafta kendini özgür hissetinde mutlu olabilir gerçeğini unutmamak gerek. Karşınızdaki kişiye saygı duyduğunuz ve özgürlüğüne saygı duyduğunuz sürece onu kaybetmezsiniz.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

6 Ocak 2012 Cuma

İNANÇ OLMADAN AŞK OLMAZ

            İnanç aşk gibidir. İspat istemez, ya vardır ya yoktur. Ama inancı olan insan aşka da sonuna kadar inanır. Sevmeden, sevilmeden Tanrı’ya verdikleri için şükretmeden iman etmek mümkün müdür? Aşık olma yeteğine sahip bir insan, damarlarında Allah’a ve Allah’ın yarattığı varlıklara karşı sevgi hissedebilir. Her insanda sevme yeteneği yoktur. Gerçek sevgi Tanrı’nın kullarına bahşettiği eşsiz bir hediyedir. Bu hediye sana verildiyse kıymet bilmeli, içindeki sevgiye ihanet etmemelisin. Hepimiz Yaradan’ı kendimizce tanımlarız. Bu tanımlama kendimizi nasıl gördüğümüzle ilgilidir. Tanrı denince aklımıza korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa demek ki bizde korku ve utanç içindeyiz. Eğer Tanrı denince aşk, merhamet, şefkat anlıyorsan sende sevme yeteneğine sahip birisin demek ki. İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi dilediği gerçekleşmediğinde şükredebilen kişidir. Hayatın bize adil olmadığını düşündüğümüz zamanlarda, Tanrı’nın bize verdikleri için şükretmek birçoğumuzun yapamadığı bir durumdur. Oysa kusursuz olanı sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla, sevabıyla insanları sevmeye çalışmaktır. Sevgi, hayat hakkında bize bilmediğimiz birçok şeyi öğretir. Hayatın anlamını sorgulayan insanlar, sevmeyi bilmeyen kişilerdir. Birçoğumuz Tanrı’ya sığınmayı zayıflık olarak değerlendirir. Aslında bu teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan, emin bir yolda ilerler, yaptığı hatalardan ders alır. Hayatın ona kurduğu tuzaklara karşı güçlüdür.
             Başımıza gelen her felaketin, bir nedeninin olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Hayatın sınavları var. Bizim zorluklar karşısında kendimizden ne kadar ödün verip, vermeyeceğimizi anlamak istiyor. Aşkla, dostlukla, ihanetle, hayatımızda önem verdiğimiz birçok şeyle ölçüyor dayanıklılığımızı. Okuduğum bir kitapta, bu hayatta ancak tezatları kucaklayabildiğimiz ölçüde olgunlaşırız şeklinde bir cümle geçiyordu. İnsanlar ne çok iyiydi ne çok kötü. Bir duruma bir anlam veremezdim eskiden. Birçok konuda kendisine karşı hassas davranan bir insan, nasıl oluyordu da başkalarının acısına karşı duyarsız ve acımasız olabiliyordu.  Bu tezatlığı, farklılığı kabul ettiğim sürece, hayat hakkında daha çok şey bilen olgun biriydim. Olgunluk beni daha sessiz biri yapsa da, ümitlerim zaman içinde azalsa da yaşadığım acılar eskisi gibi sarsmıyordu beni. Hayat bu işte deyip geçebiliyordum, eskisi gibi üstünde durmak anlamsız geliyordu bana. Aşkı, hayatı, insanı, kendimi olduğu gibi kabul etmeyi öğrendiğim andan itibaren, hayat eskisi gibi uğraşmıyordu benle. Çünkü değişimi reddetmeyen, hakka teslim birisi olarak eskiye göre mükemmel hissediyorum kendimi.
YAZAR: SEMA YILDIRIM

AŞKIN GURURU OLABİLİR Mİ?

Bazı olaylardan, kaçarak kurtulamaz insan. Çünkü nereye gidersen git kalbin ve aklın seninle gelir. İnsanın acıdan kaçması ve kendini kandırması geçmişi unutmaya çare değildir. Pişmanlıkların götüreceği yer, yine seni geçmişindir.
           Reşat Nuri Güntekin’in en güzel romanlarından biri olan ‘Çalıkuşu’ Feride isimli bir genç kızın hayat hikâyesini anlatır. Feride hareketli, yaramaz ve aynı zamanda hiçbir zaman dışarı vurmasa da duygusal bir kızdır. Üç yaşına kadar Musul’da yaşamış olan Feride, kuraklıktan sonra Karbela’ya göçmüştür. İstanbul’a göçmeden önce, altı yaşındayken annesini kaybeder. Bunda sonra Feride Teyzesiyle birlikte yaşamaya başlar. Yeni akrabalarıyla tanışan Feride, burada yaramazlıklarını sürdürür. Yalnız teyzesinin oğlu olan Kamuran’a karşı çekingenliği vardır. Kamuran ağırbaşlı ve uslu, Feriden de yaşça büyüktür. Feride on sene boyunca okuyacağı Sör Mektebine yazılır. Okulda yaramazlıklarına devam eden Feride, bu yüzden arkadaşlıklarından ayrı bir şekilde oturtulmuştur. Feride teneffüslerde okullardaki ağaca tırmanır. Daldan dala atlarken, bunu gören muallim ‘Bu kız insan değil, çalıkuşu diye bağırmış bir gün. Ve o günden sonra Feride’nin adı Çalıkuşu olarak kalmıştır. Kamuran ve Feride birbirlerini seviyorlardır. Ve bir süre sonra nişanlanırlar. Feride, Kamuran’ı çok sevmesine rağmen ona karşı çekingendir. Ve Kamuran’dan sürekli kaçıyordur. Kamuran memuriyetini yapmak için Avrupa’ya gitmek zorundadır. Yalnız bu ayrı kalma süresi ikisi içinde çabuk geçer. Düğüne üç gün kala beklenmedik bir olay yaşanır. Ve Feride için hayat bundan sonra başlayacaktır. Kamuran’ın kendisini aldattığını öğrenen Feride hemen evi terk eder. Kendi hayatını kazanmak için Anadolu’ya gitmeye karar verir. Feride bir süre annesinin dadısı olan Gülmisal Kalfa’nın evinde kalır. Bir buçuk yıl beklemeden sonra Bursa’nın merkezinde Coğrafya ve Resim öğretmenliğine tayin edilir. Hayat tuzaklarını örmeye başlamıştır. Feride bu görevden müdürün ısrarcı tavırları ve öğretmenin ağlayışları ile hazırlanan bir tuzağa düşerek istifa eder ve Zeyniler Köyünde öğretmenlik yapmaya başlar. Bu yer doğru dürüst yeri olmayan, hatta okulu bile ahırdan bozma bir yerdir. Feride hiç sevmediği bu yere alışır. Öğrencileriyle iyi ilişkiler kurar. Öğrencilerinin arasında Munise adlı genç bir kızı daha çok seviyordur. Feride kaderin önünde bir yaprak misali oradan oraya sürüklenirken, hayat hakkında daha fazla tecrübe ediniyordur. Gittiği her yerde dikkat çeken ve çok güzel bir kadın olan Feride, kadın olmanı zorluğunu yaşıyordur yalnız yaşayan her kadın gibi. Feride’yi kızı gibi seven Hayrullah Bey, onunla beraber yaşadığı için halk tarafından hoş olmayan dedikodulara maruz bırakılır. Bu dedikoduları önlemek için Hayrullah Bey, Feride ile evlenmek zorunda kalır. Feride’nin günlüğünü okuyan Hayrullah Bey Feride’nin Kamuran’ı çok sevdiğini anlar. Ve onları birleştirmek için bir mektup yazıp, mektubun içine Feride’nin günlüğünü de koyar. Ve Feride’ye Kamuran’a iletmesi için bir mektup verir. Feride İstanbul’ gittiğinde Kamuran’ı ne kadar çok sevdiğini anlar. Kamuran’da Feride’nin verdiği mektubu okuyunca gerçeği öğrenir. Yaşadıkları bunca acıya ve mücadeleye rağmen, bu hikâye mutlu sonla biter. Ve Feride ile Kamuran evlenirler.
                 Her aşkın sonu mutlu bitmese de ortada yaşanan gerçek bir aşk varsa, bütün engelleri aşar bu hikâyede olduğu gibi. Aşk vefasızlığı affetmese de aşkın gururu olamaz. Vazgeçmek kolay değildir, eğer ortada yaşanan gerçek bir aşk varsa…  Sezen Aksu ‘Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk’ diye söylüyor bir şarkısında. Aşk için mücadele etmeye değer. Aşk  vazgeçememektir  bence bu şarkıda anlatıldığı gibi.
YAZAR: SEMA YILDIRIM

BOLEYN KIZI

Boleyn kızı romanının konusu, bir kralın aşkı için birbirleriyle savaşan iki kız kardeşin hikâyesidir. Kardeşlerden biri olan Mary Boleyn on dört yaşında kraliyet sarayına geldiğinde 8.Henry’in gözlerini kamaştırır. Gördüğü ilgiyle tüm benliği alt üst olan Mary, hem krala aşık olur, hem de gayri resmi kraliçe olarak her gün artan rolüne. Öyle bir an gelir ki kralın kendisine olan ilgisi gittikçe azalmaya başlar. İhtiraslı planlar yapan ailesinin piyonuna dönüştüğünü fark eder,  çevresindeki en yakın arkadaşları ve kardeşi Anne Boleyn ile rekabet etmeye zorlanır. İşler çığrından çıktığında ailesi ve krala başkaldırması gerektiğinin farkına varır.  Bu hikâyenin başkahramanı Anne Boleyn Kraliçe Elizabeth’inde annesidir. Bu kadar etkili olabilmesinin ardında acımasızca önüne çıkan herkesi ve akrabalarını silebilmesi vardır.  Ezip geçtiği kişilerden biri de kız kardeşi Mary’dir.  Anne, kız kardeşinden daha hırslı ve acımasız bir kişiliğe sahiptir. Henry’i Mary’nin elinden almakla kalmamış, daha sonra alt tabakadan mensup bir hizmetçiye aşık olup evlendiğinde kız kardeşini saraydan attırmıştır. Anne, Kral’dan Elizabeth isimli bir kız çocuğu doğurur. Yalnız iktidarını sağlamlaştırmak için bir oğlan çocuğu doğurmaya çalışır. Yalnız ikinci çocuğu da kız olunca ağabeyi George’la beraber olmaya karar verir. Çünkü Kral, Anne’den soğumaya başlamış, ona karşı ilgisini kaybetmiştir. Ensest ilişki sonucunda dünyaya gelen çocuk korkunç derece de deforme haldedir.  Bu ilişkinin ortaya çıkması sonucu Anne ve George idam edilir.  Bu idamla birlikte son gülen, kardeşinden daha cesur davranan, hizmetçisiyle evlenen Mary olmuştur. İki kardeşten biri olan Mary, güç yerine sevgiyi ve huzuru tercih etmiştir. Anne ise iktidar hırsını yanlış biçimde kullanarak mutluluğunu kurban etmiştir. Hırsları uğruna her şeyden vazgeçmiş, ama kendisini kaybetmiştir.
                    Daha çok şeye sahip olmak yerine, daha az şeye sahip olup mutlu olmak bizim elimizdedir.  Ve mutlu olmak, vazgeçemediğimiz şeylerden ödün verip, fedakârlık yapmayı gerektirir.  Gerçek anlamda kendimizi mutlu hissettiğimiz birkaç güneşli gün hatırına, hayatı kimse için değil, kendimiz için yaşamayı öğrenmeliyiz.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

SEVMEK ÖZEL BİR YETENEKTİR

Hayatın kendisine adil davranmadığını düşünen, Tanrı’ya inancı kalmamış, yaşamı haksızlık ve mücadele ile geçmiş bir insan, bir gün tanımadığı birinin kendisine merhametli davranmasıyla değişebilir mi?  İyi ve kötü olmanın bir seçim olduğunu en güzel anlatan romanlardan biri de Victor Hugo’nun ‘ Sefiller’ adlı romanıdır. Eniştesinin ölümünden sonra, ablasına ve yedi yeğenine bakmak zorunda kalan Jean Valjean yeğenlerini doyurabilmek için bir somun ekmek çalar. Bu olaydan sonra hapse atılır. Hayatının büyük bir bölümünü hapishane de geçirmek zorunda bırakılır. Hapishane’den çıktıktan sonra herkes ona kötü gözle bakmaya başlar. Kimse ona bir şey vermek, iyilik yapmak istemez. En sonunda bir papazın evine gelir. Papazın evindeki gümüşleri çalar. Yakalanmasına rağmen, papaz kendisini bağışlar, gümüşleri ona verir. Bu olay Jean Valjean hayatın da bir dönüm noktası olmuştur. Yaptıklarına çok pişman olmuş ve iyi biri olmaya karar vermiştir. Hikâye’nin başkahramanlarından olan Fantine, Cozette’nin annesidir. Kendisini çocuğuna adamış fedakâr bir annedir. Cozette ise küçük yaşta annesinden ayrılmak zorunda bırakılmış ve bir ailenin yanına verilmiştir. Cozett’e bu evde iyi bakmadıkları gibi annesinden de para koparırlar. Fantine canını dişine takıp çalışır, kızına para bulmak için her şeyini feda eder. Bu iki kadının hayatında Jean Valjean’ın rolü çok önemlidir. Özellikle Rozette için büyük fedakârlıklar yapmıştır. Hayatı boyunca yardıma muhtaç olan insanları mutlu etmeyi kendisine görev edinmiştir. Rozette ile Marius arasındaki aşk Jean Valjean ‘ın fedakârlıkları sayesinden mutlu bir sonla biter. Marius, bütün bu iyiliklerine rağmen Jean Valjean’ın geçmişini öğrenmesinden sonra ondan nefret eder. Bu yüzden çok sevdiği kızı Cozette’yi göremez. Ölüm vakti geldiğinde kapısını Marius ve Cozette çalar. Marius hatasını ve Jean Valjean’a haksızlık yaptığını anlar. Ve çok sevdiği Cozette’nin yanında huzur içinde ölür.
                 Bu hikâyenin kahramanı Jean Valjean yaşadığı bütün olumsuzluklara rağmen, inancını yitirmeyen cesur ve güçlü bir insan’dır. İşlediği suçun bedelini ağır ödemiş olsa da kendini affedebilmek adına olabildiği kadar iyi bir insan olmaya çalışmıştır. Geçmişinden ders alıp, hayatı ve insanları suçlamayıp, kendisini değiştirmeye karar vermiştir. Bu hikâye de birine iyilik yapmanın birçok kişinin hayatına getirdiği güzelliğe tanık olunca etkilendim ve çok duygulandım. Keşke herkes bir kişiyi mutlu etmenin önemini anlayabilse, iyilik ve kötülüğün bulaşıcı olduğu bilincine varıp, yaşadığı dünyaya güzel şeyler vermenin coşkusunu içinde taşıyabilse.
                   Yaşadığımız ilişkilerde, yaptığımız fedakârlıklar sonucu nankörlük görmüş bile olsak, sevginin gücüne inanmalıyız. İnsan sevebildiği sürece insandır. Ve hak ettiği biçimde yaşar. Sevmek, insanın Tanrı’ya verdiği özel bir yetenektir. Bu yeteneğin farkına varıp, onu geliştirmek bize evrenin sırlarını açar. Bunu anladığımız da sevgiden çok şey öğreniriz.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

UNUTURSUN ADI AŞK NASIL OLSA

Casablanca filmi, gelmiş geçmiş zamanın en iyi aşk filmlerinden biridir. Casablanca’nın konusu İkinci Dünya Savaşı’nda geçer.  Hikâye de Rick Blaine,  Kazablanka’da bir bar işleten, hayata küskün, hayalleri olmayan bencil bir adamdır. Rick zamanının tümünü burada geçirmekte, sahte belge temini gibi yasal olmayan işlerle uğraşmaktadır. Victor, Nazilere karşı direnen bir Çek örgütünün lideridir. Naziler tarafından esir edilmiş, kapatıldığı toplama kampından kaçmıştır. Victor savaşta tarafsız kalan Portekiz’in başkenti Lizbon’a gitmek için tek yolun Casablanca olduğunu düşünür. Ve Victor’a sahte belge temin edecek tek kişi Rick Blaine’dir.  Victor’un eşi İlsa, Rick’in yıllardır unutamadığı aşkıdır. Paris’in Naziler tarafından işgal edildiği sıralar Rick ile İlsa Paris’ten kaçmak için sözleşirler. Fakat İlsa buluşmaya gelmez. İlsa ile tekrar karşılaştıklarında Rick’in hayatı yine eskiye döner. Rick, günlerini İlsa’ya olan nefretle iç içe sevgisini sorgulamakla geçirir. Oysa İlsa, kocasının öldüğünü sandığı için Rick ile birlikte olmuş, Victor’un ölmediğini anlayınca tekrar ona geri dönerek hayat mücadelesinde onun yanında yer almıştır. Tekrar karşılaştıklarında İlsa’nın Rick’e karşı eski duyguları canlanır ve eski günlerin özlemiyle kaçamak buluşup, gelecek için hayal kurmaya başlarlar. Fakat her aşkta olduğu gibi, bu aşkta engellere takılır. Ve sonu mutlu bir şekilde bitmez. İlsa, aşkına sahip çıkarken, Rick’in cesaretsizliği ve bencilliği yüzünden bu aşk yarım kalır. İlsa, istemeyerekte olsa Lizbon’a gitmek üzere olan uçağa biner ve hayatının aşkını Casablanka’da bırakır. Rick aşkı ve bencil duyguları arasında kalıp, İlsa için en iyi olanın Lizbon’a gitmek olduğu kararını verir, İlsa’yı bunu yapması için ikna eder. Rick bu aşkın ve yaşadığı mutlu günlerin değerini bilemeyerek, yine mutsuzluğa olan bağlılığı yüzünden hem kendini hem sevdiği kadını mutsuz etmiştir.
                Aşkın iki taraf için fedakârlık gereken bir duygu olduğunu bildiğimiz halde, yine de hep bir taraf hep daha çok seven, cesaret eden, fedakârlığı üstlenen oluyor çoğu zaman. Aşk iki kişilik yaşanmıyor, hayat koşullarında tükeniyor.  Acıyı en çok güvenen ödüyor maalesef bu aşk hikâyesinde olduğu gibi.
                Mutlu olmaktan korkuyoruz galiba. Çünkü mutlu olmak emek istiyor ve üstlenmemiz gereken bir sorumluluk yüklüyor omuzlarımıza. İçimizde bir düşman var, mutluluğa giden yolda hırsına yenilen, aslında kendisinden başka kimseyi sevmeyi bilmeyen. Kendimizi acının saygınlığına kaptırıp, hayatımızdaki güzelliklerin değerini bilmeyip en son biz vuruyoruz kırbacı sırtımıza. Cenneti özleyen, ama cehenneme kendisini layık gören iki duygu arasında tükeniyor ömürler.   

YAZAR: SEMA YILDIRIM                 


Estetik duygusu, sağ beyin fonksiyonu olduğu için kadınlarda daha fazladır.

        Güzelliği sevme eğilimi, insanda sağ beynin bir fonksiyonudur. Kadınlarda sağ beyin daha fazla çalıştığı için estetik duygusuna, erkeklerden daha fazla önem verirler. Estetik duygusu olan insanlar, ritimde, seste, tabiatta güzelliklerin farkına varabilen insanlardır. Estetik duygusu azaldığı zaman, kişi kendini kötü hisseder ve özgüven kaybı yaşar. Kadınlar, estetik duygularını tatmin ettikleri zaman, kendilerini güvende hissederler. Estetik operasyon için cerrahlara başvuran kişilerin, aslında aradığı özgüven duygusudur.
           Güzelliğin en büyük özelliği sergilenmek istemesidir. Bir ressamın eserini, atölyesinde tutması ve sergi açmasının amacı takdir görmek ve insanlar tarafından sevilmektir. Güzellik duygusu, insanın kabul görme ihtiyacı ile çok yakın bir duygudur. Kendini göstermek arzusu, beraberinde onay ve sevilmeyi getirir. Ergenlik döneminde fiziksel görünümüne çok önem veren gençler, ayna karşısında çok zaman harcarlar. Bunda son yıllarda günümüz dünyasında hâkim olan ve özellikle kadınları hedef alan ve güzelliğe sembolik anlamlar yükleyen tüketimi arttırma düşüncesi de etkilidir. İnsanın önce kendisini sevememesinin nedeni, rekabeti hedef alan bir toplumda kendisinden bir türlü memnun olamamasıdır. Bu teknolojik çağa ayak uyduramayanlar, mutlu olmayı bir türlü başaramazlar. Değişime ayak uydurmaya çalışırken, tüketimi arttırmak için bizi aldatmaya çalışanlara inanmayalım. Para bir araçtır, amaç olmamalıdır sözünü bize unutturmak isteyenlere aldanırsak, onların istediklerini gerçekleştirmiş oluruz.
YAZAR: SEMA YILDIRIM

2 Ocak 2012 Pazartesi

AŞK ÖZGÜRLÜKTÜR

            Aşk özgürlük verir. Sahiplenmek değil, sevdiğin kişinin gizli alanına girmemeye çalışmaktır. Sana ihtiyacım olduğu için seninle beraber değilim, seninle bir şeyleri paylaşmak beni mutlu ediyor, o yüzden sana aşığım diyebilirsek, aşkımız şiirselleşir, ve tadına doyum olmayan bir güzelliğe dönüşür. Evlilik aşkın düşmandır, çünkü aşkı garantilemeye gerek yoktur. İnsana özgürlüğü yasaklandığı anda, ondan en değerli hazinesini ve krallığını almış olursunuz. Özgürlüğü elinden alınan kişi bir köleden farksızdır. Ve zaman için de aşk, iki taraflı bir meydan okumaya dönüşüyor, alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyor hemen. Bu öğrenilmiş çaresizlik aklımızı, ruhumuzu ele geçirmiş durumda. Değişim mi gözümüzü korkutan, kaldıramamak mı hayatın ağır yükünü bir kez daha. Acı çekmekten mi korkuyoruz gülmeye özlem duyduğumuz bu dünyada. Bağımlı olmamalıyız birbirimize, mecburiyetten gelmemeliyiz bir araya. Onu özlediğimiz ve gerçekten ihtiyaç duyduğumuz da birlikte olmalıyız.
            Üstün Dikmen’in ‘Eşitler Evi’ adlı kitabında okuyucularına sorduğu o soru geliyor aklıma. Siz nasıl bir evde yaşıyorsunuz? Eşitler evinde mi yoksa esirler evinde mi? Bağımlımısınız yoksa bağlımısınız. Eğer bağımlıysanız esirler evinde yaşamaktasınız, beraberliğinizin amacı bağlılıksa eşitler evindesiniz demektir. Erkeği kadına, kadını erkeğe bağımlı bir toplumda ne yazık ki birçoğumuz esirler evindeyiz. Kölelik var hala günümüzde. Sadece adı değişmiş bir şekilde varlığını sürdürüyor. Kölelik zorumuza gidiyor bir zaman sonra. Korkular kavgaya, şiddete, zorbalığa dönüşüyor. Aşkı bulma ihtimalini bile hayatın kendisi belirliyor bizim fikrimizi almadan. Esirler evinden, eşitler evine geçersek bir gün, aşk bulacak bizi umarım. Ama kim bilir ne zaman?

YAZAR: SEMA YILDIRIM

İÇİMİZDEKİ FRANKESTAİN

               Frankestain, Mary Shelly’nin yazdığı ve kendi hayatından uyarladığı romanın kahramanıdır. Bu roman hayat içerisinde kötü ile iyinin savaşında kaybeden, yalnızlığa itiraz eden insanların öyküsüdür. Frankestain görüntü olarak çirkin de olsa, mizacı yumuşak bir yaratıktır. İnsanların onu anlamayıp, görüntüsüne göre karar vermeleri, bu önyargıyı değiştirememiş olması, yaşadığı korkunç yalnızlık onu acımasızlaştırmış ve intikam duygusunu körüklemiştir. Onu yaratan kişiye duyduğu nefret, onu kötü birisi yapmıştır.
                 Hayatımızda birçok kişinin içinde bir Frankestain bulunur. İnsanın içinde melek ve şeytan ikisi de mevcuttur. Birçok insan gibi o da melek olmaktan vazgeçip, içindeki şeytanın sesine kulak verirek acımasız olmayı tercih etmiştir. Kötülüğü tercih etmesi aslında Tanrıya duyduğu bir isyandır. Birçoğumuz yaşadığımız olumsuzluklardan dolayı Tanrıyı şuçlarız. Onun bizi yeterince sevmediğini düşünüp, hayata küseriz. Ve bu duygu bizi bencil biri yapabilir. Bu kaderci tutum şarkılara da geçmiştir. Örneğin bu şarkı sözünde olduğu gibi. ‘ Tanrım dünyaya beni sen attın, çile çektirdin derman arattın’ sözleri birçoğumuzun ruh durumunu yansıtır.
                    Kimimiz bu dünyaya sanşlı geliyoruz, kimimiz şansız. Ama insan kendi kaderini kendi yaratır sözüne de inanıyorum. Yaşadığımız mutsuzlukların sebebini Tanrıya yüklemek, hayatımızda bize verilenlere şükretmemek yaşamımıza mutsuzluğu getirir sadece. Her yaşanan acının insana öğrettiği bir ders vardır. Yaşamda yaşadığımız kötü olaylardan, kendimize iyi pay çıkarmak bu imtihan dünyasında geçtiğimiz en büyük sınavlardan biri değilmi?

YAZAR: SEMA YILDIRIM

MADAM BOVARY

          Bir kadının başına gelen en kötü olaylardan birisi evlendiği adam da aradığı romantizmi bulamamış olmasıdır. Bunun en güzel örneklerinden biri Gustave Flubert’in romanında anlattığı Madam Bovary’dir. Madam Bovary’nin duygusal ve romantik kişiliği evliliğinde farklı aşk arayışlarına girmesine neden olur. Aşk bir kadının hayatında en çok ihtiyaç duyduğu duygulardan biridir. Kadın gerçek bir kadın olduğunu, âşık olduğunda ve hislerine karşılık bulduğunda hisseder. Hayatında aşkı bulamayan her kadının, arayış içinde olması bundandır. Madam Bovary’nin bu aşk arayışı ve yaşadığı ilişkiler çoğu kez mutsuzlukla sonuçlanır. Psikolojide bu hayattan zevk alamama ve doyuma ulaşamama durumu bir hastalık olarak algılansa da hangi kadın mutluluğu yakalamaya çalışmaktan ve aşkı bulacağına dair inançtan vazgeçebilirki?
           Emma, kocasının hırslı biri olmamasından şikâyetçidir. Kocası istediği hayatı ona bir türlü verememiştir. Mutluluğu aşkta bulamayan Emma Bovary, kocasını kendi ihtirasları için kullanır. Ondan düztaban birisini ameliyat etmesini ister. Kocası yeteneğini ispat ederse, Emma istediği hayata kavuşacaktır. Kocasının başarısızlığı, Emma’nın kocasından nefret etmesine neden olur. İlişki kurduğu ve aşk yaşadığını sandığı adamlar, onu kendi çıkarları için kullanır. Yaşadığı hayal kırıklıkları intihar etmesine yol açar. Ve kocasının yanında çırpına çırpına can verir.
             Bu hikâye, birçok kişinin ve özellikle kadınların ortak hikâyesidir. Aşkta mutluluğu yakalamak, kaç kişiye nasip oluyor ki? Manevi değerlerin kalmadığı, günümüz maddiyat dünyasında aşkta ölüme mahkûm ediliyor. Aşk hepimizin içinde bir tutsak. İnsanın mutluluk arayışı hiçbir zaman vazgeçmemişken, neden yalnız ve birbirimize bu kadar acımasızız.

YAZAR: SEMA YILDIRIM