30 Mart 2012 Cuma

Değer mi?


      Beşer yıllık aralarla hayatıma baktığımda ne kadar değiştiğimi, ya da kendimi iyi-kötü ne kadar muhafaza edebildiğimi görebiliyorum. Fotoğraflarda gülümseyen suretimdeki değişimden daha belirgin olduğunu düşünürüm bazen bunun. Günün modasına uygun renkler ve saç şekillerinden daha farklı bir ''şey'' yerleşmiştir o resimlere. Bütün yaşadıklarım geçer gözümün önünden. İnandıklarım ve uğruna ciddi ciddi tartışabileceklerim, hatta kavga edebilenlerimin de değiştiğini görmek bazen rahatsız eder beni... Yeni değerlerimden bahsediyorum. Beni şekillendiren, beni ben yapan, ben büyürken bana öğretilen ''insan olmanın'' gerekliliklerinden...
      İyiliğin bu denli dudak bükülerek göz altına alındığı bir zamanda, koşulları çetin, rüzgarları sert işlerde çalışmak değerlerinizi koruyabilmenizi daha zorlaştırır hepinizin malumu. Zirveye tırmanırken üzerinizdeki ağırlıkları atmanızı telkin ederler size. Saçma gelir bu ilk duyduğunuzda...
Ama bir süre sonra kan ter içinde ''yukarı'' tırmanırken değerlerinizle olan sırt çantanızdan atamadıklarınızın aslında ne kadar gerekli olduğunu düşünmeye başlarsınız. Omunuz acıyordur. Dizleriniz kesilmeye başlamıştır. Mantık da zaten sırtınızdaki '' Bu gereksiz yükleri bırak, öyle devam et'' demeye başlar. Çünkü yukarı kıvrılan yoldaki yolculukta değerleriniz sanki birer ''yük'' gibi dururlar... Yanınızdakilere bakarsınız. Sırtından insan olmanın bütün erdemlerini çıkarıp bir yana koymuş olanların ne kadar hızlı yukarı tırmandıklarını görürsünüz. Şaşırırsınız. Kendinizden şüpheye düşersiniz. Acaba zirvede sizi bekleyen şey her ne ise ona ulaştığınızda ne kadar ihtiyaç duyacaksınızdır?
       Sırt çantanızın tamamını bırakmaya kıyamayacağınızdan bir an durup soluklanırsınız ve içinde neler varmış bir bakarsınız. Mesala önce kimsenin kalbini kırmama inancınızı evirip çevirirsiniz. Ne işinize yaramıştır bu? Siz buna itina ederken kaç kişi size aynı özeni göstermiştir ki?
Çıkarıp bir yana koyarsınız. Sonra dargınlıkların yersizliğine dair kulağınıza taktığınız küpeyi de demode bulursunuz. Aslında sırt çantanızdaki en eğır yükü ''insan özüne duyduğunuz saygı'' oluşturur.  Bir başkasına, bir başkasının varlığına, tavrına korumaya çalıştığınız saygı yani. Bu çok ağırdır, evet ve zirveye koşarak gidenler önce bunu çıkarıp atarlar... Siz de çıkarırsınız. Öyle ya kimsede yoksa sizde olmasının ne anlamı var ki? Çocukluğunuzdan bu yana yapmaktan, bitirmekten gururlu olduğunuz her işin karşılığında sadece birini mutlu etmenin, görevini eksiksi yapmanın ve başarmış olmanın doygunluğunun yeterli olduğunu anımsatan resim çerçevesinin bu çantaya nasıl sığdığına aklınız ermez. Bir iş yapıyorsan ona göre ''somut'' bir karşılığı olmalıdır bunun. Hatta o işin en iyisi olmalı, bunu için de böyle bir çerçeve yerine Oscar gibi, şu gibi bu gibi şahane ödüller taşımalısınızdır. Bu çerçeveyi de çantadan çıkarır, önünüzde samimiyet kurabileceğiniz bir jüri üyesi olup olmadığını kontrol edersiniz. Zira yakınlık kurulabilecek önemli bir kişinin kartvizitinin kapladığı yer eski bir erdem çerçevesinden daha azdır.  Sonunda gerçekten hafiflersiniz.
        İyi kötü zirveye vardığınızda birbirine ne kadar benzediğine inanmadığınız bir kalabalıkla karşılaşırsınız. Tuhaf boş bir tencere tıngırtısıdır duyulan sesler. Boşlukta çın çın eden kaşık sesleri gibidir. Sanki aynaya bakar gibisinizdir. Herkes aynıu, herkes hafif, herkes başarılıdır... Üşümeye başlarsınız. Eğer şansınız varsa yolda bıraktığınız değerlerinizi toplamak için geri dönmeye, yürekli ve güçlü olursunuz. Değerler... Beş yıllık aralarla hayatıma baktığımda sırt çantamdan nelerin çıktığını görüyorum. Ya da nelerin eklendiğini, nelerden vazgeçemediğimi... '' Değişmedim, sırtımı hafiflettim,'' dersem yalan söylemiş olurum.
      Ama hala geçmiş küçük ve güzel günlerin anısına bir hatır sormayı, birlikte geçirilmiş birkaç saatlik zamanın saygısını taşımayı, geçmiş olsun'u, mutlu yıllar'ı, haklısın'ı, özürdilerim'i, daha iyi günler göreceksiniz demeyi, yeniden, yeniden sevmeyi, severken de bir daha başa dönmeyi, '' iyi bir insan olmanın ağır sırt çantasını taşımayı'' önemli buluyorum. Ya da seviyorum...
Kendime dönüp her baktığımda çantamdan çıkarmaya yeltendiğim ya da çıkarıp attığım bir başka değerimi geri dönüp bulmak gerektiğini anlıyorum. Galiba artık zirveden çok hayatın düz ve sonsuz varlığının güneşli günlerine inanıyorum...


  Yazar: İclal Aydın


       

27 Mart 2012 Salı

Kuğunun gölgesi...


      Siyah Kuğu'yu izlerken aklıma Ursula K. Le Guin'in Yerdeniz Büyücüsü romanı geldi. Evet, Harry Potter'ın kibar bir deyimle ''ilham kaynağı'' olan kitap. Bazılarıysa olayı '' yüzyılın intihali'' olarak görür. Aslında Harry Potter, Ursula'nın kitabını okumuş birinin aklında kalanlarla yazdığı bir öykü gibidir. Büyücü adayı Ged, naif bir çocuktur. Gölgesinden kaçıp durur. Ne zaman cesaretini toplayıp onu ele geçirir, kavuşur esas gücüne.

     Canımın içi Natalie Portman'ın canlandırdığı Nina ise bunu yapmaktan aciz: Hatta tam tersine, gölgesi onu kıskıvrak yakalıyor. Le Guin aynı konuda bir de yazı patlatmış: Olayı Çin diyalektiğindeki yin-yang çemberine bağlıyor: Her iyide kötü, her kötü de iyilik. Yin-yang malum, bazen beyaz üste çıkar bazen siyah. Ama ikisi birbirini tamamlar. Biri olmadan öbürü yarım. Le Guin sanki Nina'nın annesiyle konuşuyor: ''Çocuklarımıza iyilikten bahsediyoruz ve onların eğitimini eksik bırakıyoruz. Oysa kalplerinin karanlık yüzünü de bilmeliler. Onunla yüzleşip ehlileştirecek güce sahip olmalılar. Karanlık tarafımızla yüzleşip, gemini taktık mı sorun yok. Yoksa o bize hükmetmeye kalkıyor. Hele filmdeki Nina gibi hazırlıksız yakalandık mı fena!

     Güçlü insanlara bakın: Hepsinin kendi siyah kuğularını güttüklerini göreceksiniz. Güçlerini buradan aldıklarını... Bir de zalimlere bakın: Kontrol edemedikleri siyah kuğular tarafından güdülmekteler. Gölgeyle yüzleşip yüzleşmeyeceğimize, içimizdeki takati yoklayarak karar vermemiz lazım. Çok kritik bir karar: Eğer onu zaptedecek gücümüz yoksa en iyisi hiç bulaşmamak. Filmdeki naif kız böyle yapsa mesele kalmayacak. Kendi çapında bir dansçı olarak yaşlanıp, torunlarına sahnede çekilmiş resimlerini gösterecek. Beyaz kuğular belki başrölü kapamazlar ama yarım ve güvenli dünyalarında onları yutamaz hiçbir gölge.

Yazar: Tuna Kiremitçi

     


     


    

26 Mart 2012 Pazartesi

Evler birer küçük cezaevi

  
         Üstat Selim İleri, yıllar önce verdiği röportajda '' Özellikle anne- baba evleri, çoçukların hapsedildiği yerler gibi geliyor bana'' demiş.
        ''O çocukların karakterlerini anne, baba belirliyor. Sonra belki çocuk kendi karakterini buluyor ama arada on-on beş yıl ziyan oluyor. O nedenle evler birer küçük cezaevidir.
          Şahsen evlerden çok evliliklerin zamanla cezaevine dönüştüğünü gözlemlemişimdir. Yani aslında büyükler çekiyor cezayı. Çocuklaraysa onların kaderine ortak olmak düşüyor.
          Tıpkı Uçurtmayı Vurmasınlar filminde annesiyle cezaevinde çile dolduran küçük Barış gibi. İçine doğduğu şartlara uyum sağlayıp bir şekilde hayatta kalacak.
          Evde de anne-baba beraber mutsuzsa, yarattıkları sevgisiz dünyada çocuklar da kavruluyor.
          ''Çocukluk travması'' dediğimiz bundan ibaret: İçine doğduğumuz ve dışına çıkamadığımız bir dünyada Survivor oyunu.
           Malum, her çocuk evden kaçacak kadar cesur değil. Sonra o evden kaçamayanlar büyüyor ve ne zaman başları sıkışsa o çaresizlik anına geri dönüveriyorlar. Bazen sıradan olaylar bile tetikleyebiliyor: Trafikte anlaşmazlık, devlet dairesinde kuyruk, siyasi rakibin sıradan bir demeci...
            İnsan aniden geçiveriyor karanlık tarafa. Köşeye sıkıştığı için tırnaklarını çıkaran kedi misali. Sanıyor ki dünya hala çocukken hapsolduğu o sevgisiz hanedir. Vezir de olsalar içlerinden gitmiyor bu çaresizlik. İnsanı acımasız ve empatiden yoksun kılıyor.
             Etrafınıza şöyle bir bakın: Agresif patrona, hırçın futbolcuya, kaza pahasına yol vermeyen taksiciye, kırıcı şeyler yazan köşe yazarına, kükreyen siyasetçiye, aynaya hatta...
Yeterince uzun bakarsanız, evden kaçamayan o çocuğun hala yaşadığını göreceksiniz.

Hepimiz Birilerinin Eski Sevgilisiyiz Kitabından...
Yazar: Tuna Kiremitçi