1 Nisan 2012 Pazar

Yazmak, insanın kendi içine kaçma halidir.

             
           Ben yazmaya hayatımın hangi döneminde başladım tam bilmiyorum. Kendimi bir boşlukta hissettiğim zamanlardı. Kendime tahammül edebilmenin kaçış yoluydu yazmak...
Yazının özünde aşkınlık vardı. Kendinden öteye ulaşma arzusu ve kendi içime doğru yaptığım bir yolculuk. Yazmak geçmişe bağlı olduğunda mümkündür ancak. İlhamını hep geçmişten alır. İnsanın kendi hatalarıyla yüzleşmesi, içinde yaşadığı çelişkiler, yarım kalmışlık hissi...
Yazarlık bu duygulardan kurtulmak için, insanın kendini daha özgür hissettiği bir dünya.
          Geleceğin bir an önce gelmesi için didindiğinden olsa gerek dışa dönüktür yazarlık. Görmeden de bilebilir, gitmeden de varabilir, dokunmadan da hissedebilirsin eğer hayal kurmayı biliyorsan. Düş artı zaman gerçek olur diye anlatıyordu Tanrılar Okulu isimli kitapta. Hayal etmeyi ve sabretmeyi bilirsen, zaman içinde gerçek haline dönüşüyordu olmasını istediğin her şey. Yazmak insana sabretmeyi öğretiyordu, hayal gücünün sırlarını zorlamayı. Yazmak hiç kimsenin anlamadığı kadar bir gerçeklik taşıyordu içinde. Sabretmek, olgunlaşmak, mucizelere inanmak... Yazmak geçmişten alsa da ilhamını, geleceğer taşıyordu yazar ve okuyucuları. Hayata tahammül edebilmeyi kolaylaştırıyor ve elbette değişimin ta kendisi oluyordu.
          Sanılanın aksine her zaman yaratmak değildi yazmak, yıkmaktı bazen. Yazı varoluşsal zamk gibiydi, parçalarımı bir arada tutan. Yazma isteğim kaybolunca, parça parça dağıldığımı hissederdim. Kalemi elime aldığımda, kendimi kelimelerin efendisi gibi hissederdim. Ama aslında değildim. Ben, kelimelerin kendilerini anlatmasına vesile oluyordum sadece. Kelimeler ne emrediyorsa, ne fısıldıyorlarsa gönlüme onu yazıyordum. İşin gerçeği yazdıklarım bana ait değildi. Ben sadece harfler için bir araçtım.

  Yazar: Sema Yıldırım