16 Ocak 2012 Pazartesi

MEVLANA'NIN SÖZLERİ

Mevlana’nın Sözleri A:

Mademki kendinde bir dert veya pişmanlık hissediyorsun; bu, Allah’ın sana olan yardımının ve sevgisinin bir delilidir.

Sen değerinle ve düşüncenle, iki âleme de bedelsin, ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun.

Bazı insanlar vardır ki selam verirler ve selamlarından is kokusu gelir. Bazıları da vardır ki selam verirler ve onların selamından misk kokusu gelir.

Denizin kenarına kadar, ayakların izi vardır. Ama denize girdikten sonra ne iz kalır, ne işaret.

Sen bizim suretimize [yüzümüze] değil, siretimize [ahlakımıza] bak.




Mevlana’nın Sözleri B:



■Ümit, güvenlik yolunun başıdır. Yolda yürümesen de daima yolun başını gözet. “Doğru olmayan şeyler yaptım.” deme, doğruluğu tut. / O zaman hiçbir eğrilik kalmaz. / Doğruluk Musa’nın asası gibidir. Eğrilik ise sihirbazın sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca onların hepsini yutar.
■Gönlü ışık yakmayı, aydınlanmayı öğrenen kişiyi, güneş bile yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen benliğini yakıver.
■Yüz binlerce birbirine benzeyenleri seyret de aralarında ki yetmiş yıllık farka dikkat et. İki şey birbirine benzeyebilir: Acı su da berraktır, tatlı su da…
■Ömründen nasibin, kendini Sevgiliden mesut bulduğun andan ibarettir.
■Şunu iyi bil ki safları yaran, her şeyi yenen aslanla savaşmak kolaydır; gerçek kahraman odur ki önce kendi nefsini yener.

Mevlana’nın Sözleri C:

■Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe geçici, fakat akıldan meydana gelen gül bahçesi hep yeşil ve güzeldir.
■Nice bilginler vardır ki gerçek bilgiden, hakiki irfandan nasipsizdirler. Bu ilim sahipleri, bilgi hafızıdır, bilgi sevgilisi değil.
■Nice kişiler vardır ki dizimin dibindedirler, ama benim için sanki Yemen’dedirler. Yemen’de olan niceleri de vardır ki sanki dizimin dibindedirler.
■Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, hiç aramamak demektir.
■Tuzağa saçtığın taneler cömertlik sayılmaz.

Mevlana’nın Sözleri D:

■Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı.
■Allah ile olduktan sonra, ölüm de ömür de hoştur.
■Bal yiyen, arısından gocunmaz.
■Bir mum diğerini tutuşturmakla ışığından birşey kaybetmez.
■Ne mutlu o kimseye ki kendi ayıbını görür.

Mevlana’nın Sözleri E:

■İyiliği ve ihsanı tamamlamak, başlamaktan daha iyidir.
■Bu dünya bir tuzaktır, tanesi de arzular.
■Balığa, denizden başkası azaptır.
■Soru da bilgiden doğar, cevap da.
■Adalet nedir? – Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? – Dikene su vermek.

15 Ocak 2012 Pazar

Gerçek yasa, özgürlüğe gidendir

İnsanlar en çok neyin mücadelesini verirler yaşam içerisinde. Mutlu olabilmek, insanın kendi hayatını tek başına kazanabilmesi, ayaklarının yere sağlam basabilmesinden başlıyor ilk önce. Hangimiz hayatımızın bir döneminde, yaşam içinde varoluş nedenimizi sorduk kendimize. Ve kaçımız bu hayat benim yaşamak istediğim hayat değil, ben böyle bir insan olmak istemiyorum diyebildik, kendimize karşı dürüst olabildik. İçimizden geldiği gibi davranabilmek, özgür olabilmek için kendimizi aşmaya çabaladık mı? Düzene başkaldırdığımızda yalnız kalmayı göze alacak kadar cesurmuyduk. Bu dünya da cennet ve cehennem olduğunu, mutsuzluğa ve içimizde bizi kemiren boşluğa mecbur olmadığımızın farkına varabildik mi? Anlamlı ve mükemmel hayata giden yolun kendimiz olmaktan geçtiğini, herkes gibi olmak yerine farklı olmanın verdiği mutluluğu tercih edenlerden mi olduk?
Richard Bach’ın Martı Jonathan Lıvıngston adlı kitabında, farklı olmak isteyenlerin, özgürlüğe ve daha anlamlı bir yaşama giden yolda verdikleri mücadele anlatılır. Yaşamın sıradanlığına ve tek düzeliğine karşı, fırtınada bir yaprak misali oradan oraya savrulan, hayata boyun eğmiş insanların okudukları zaman hayata bakışlarında çok büyük değişikliklere de neden olabilecek bir hikâye Martı Jonathan’ın hikâyesi. Öğrendiği şeyleri bütün samimiyetiyle paylaşıp, diğer insanların hayatlarını da anlamlandırmaya çalışan kalbi sevgi dolu, aşk şarkılarının prodüktörü sevgili Sezen Aksu geldi aklıma bu hikâyeyi okuduğumda. Bu hikâye de anlatıldığı gibi tek bir yasa vardır, bu yasa özgürlüğe gidendir. Kendi olabilen, gerçek kimliğini bulmaya çalışan, kendi hayatını ve başkalarının hayatlarını anlamlandırmaya çalışan herkese teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

İYİ VE KÖTÜ OLMAK BİR SEÇİM MİDİR?

İyi ve kötü olmak bir seçim midir? İnsanoğlunu içinde yıkıcı ve yapıcı olmak üzere farklı iki kişilik bulunur. İnsan kendini güvende hissetmediği, hayatın anlamını sorguladığı zamanlar içindeki yıkıcı kişilik ortaya çıkar. Zaten kötülüğün başlıca nedenleri, kendine güvensizlik, korku, iktidar isteği değil midir? Anthony Burger’in en önemli eserlerinden biri olan ‘Otomatik Portakal’ romanında iyi ve kötünün ne olduğu, toplumun insana dayattığı roller ve insanoğlunun bu durum karşısında çaresizliği anlatılmıştır. Romanda bahsedilen konu baskıcı bir yönetimin ve bu yönetime karşı direnen bir sokak çetesinin hikâyesi… Çetenin ve hikâyenin başkahramanı olan Alex, arkadaşlarıyla şiddet dolu davranışlar sergilemektedir. Bir gün, bir kadının ölümüne sepep olurlar. Alex önce hapsedilir, sonra beyni yıkanır. Bundan dolayı Alex, şiddet içeren bir harekette bulunduğunda vicdanen çok rahatsız olmaya başlar. Ve Alex iyi biri olup çıkmıştır. Ama iyi biri olmayı kendi seçmemiştir, başka bir şansı olmadığından bu durumu kabul eder. Romanın adının garipliği, portakalın nasıl otomatik olabildiğine gelince; bunun anlamı en garip davranışları ve özellikleri barındıran insanlarda, portakalın organikliği insanlığı temsil ederken, otomatik ise makineleşmeyi ifade ediyor. Bu hikâye de Alex’in başına gelenler, gördüğü işkencelerden sonra özgürlüğüne iki yıl sonra kavuşunca yine eski Alex olması okuyucu düşündürüyor. Ağır sorunlarla yüklü, çağımızın gerilimli ve derin çelişkilerle dolu süper toplumlarında insanın yazgısı ne yönde değişiyor? Kötü olmaktan başka bir çare bırakılmıyor insanoğluna. Toplumun parıltılı görünümü altında, insanın yalnızlığı, çaresizliği hayatın zorluklarına karşı direnirken, her şeye rağmen yine de yeni bir dünya yaratma hayalini canlı tutuyor Otomatik Portakal romanının başkahramanı Alex’in dramı.
Günümüzde bile hala aynı problemleri yaşıyoruz. İnsanın insana yaptığı zulüm, çaresizlik karşısında insanoğlunun takındığı bencil tavır. İnsanın seçim hakkının olmaması, iyi ve kötü kavramlarının değişkenliği ve yaşadığı bu çelişkili hayatta farklılıkları kabul etmeyen insanlara benzemek zorunda bırakılması. Yazar bu duruma kalemiyle saldırdığını ifade ediyor samimi bir ifadeyle kitabında. Tüm hayvanların en zekisi olan, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna, baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere ve hala içinde yeni bir dünya yaratma arzusu taşıyan insanın kendini ifade etmesi yazarın okuyucusuyla güçlü bir bağ kurmak istemesinin en güzel örneğidir Anthony Burgers’in Otomatik Portakal romanı.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

14 Ocak 2012 Cumartesi

MIŞ GİBİ YAŞAMAK

Bu kavanoz dipli dünya, binbir gölge oyunu oynanan parıltılı ve tantanalı sahneydi. Paraya, pula, mala, makama, unvana aldanıp kanan oyuncularla doluydu. Ne kadar zenginleşirlerse, o kadar çok doyumsuz oluyorlar. Ne kadar yükselirlerse daha bir aç oluyorlar yükselmeye. Fesat ve hasetle, kibirle, budalaca dünya malını kendilerine kıble yapıyorlar, bilerek ya da bilmeyerek nesnelere kul oluyorlardı. Bu dünya da herkes bir şey olmaya çalışırken, hiç kimse olmak istiyorum bazen. İnsanı ayakta tutan ben duygusu yerine bir de hiç kimse olmamaya çalışsa insanlar, belki de mutluluğu o noktada yakalayacaklar. Evrende bir toz taneciğiz hepimiz. Ne kadar yükselirsek yükselelim, kendimizi küçük zannederiz. Oysa büyük âlem, insanın kendisinde toplanmıştır diye yazıyor okuduğum bir kitapta. Bir tek nokta, en ince fırçanın ucuyla suya bırakılan minnacık bir nokta ve sonra umman-ı derya. Tüm kâinat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytanı hep dışımızda ararız, korkunç bir mahlûk gibi. İçimizde bir ses bize azla yetinme, daha fazlasını iste diye sesleniyorsa o ses şeytanın sesidir. Başkalarıyla değil, sadece kendisi ile uğraşan insan Yaradan’ı tanır.
Kim olursak olalım, dünyanın hangi yerinde yaşarsak yaşalım, ta derinlerde bir yerlerde hepimiz bir eksiklik duygusu taşımaktayız. Bu eksikliğin ne olduğunu bilenimiz ise çok az. Sezen Aksu’nun bir şarkısında söylediği gibi. ‘Yaralı tepeden tırnağa herkes yaralı, Alışılmıyor acıya yok kaidesi, kuralı. Kanayıp ne kadar tutabilirsinin gül uğruna dikeni, Ne gelen anladı ne giden olanı biteni’. Yaralıyız hepimiz. Bir başka hayat varmı kendimiz olabildiğimiz, kendimizi daha çok sevebilme ihtimali bulabileceğimiz? Kendimize güvenimiz eksik. Bu güveni kaybettik zaman içinde. Bu güvensizliği nereye gidersek gidelim, taşıycaz başka hayatlara. Bir gün kendimize olan güvenimizi tekrar kazanırsak, kendimiz olabilmeyi seçme sanşımız elimize geçerse o zaman mış gibi yaşamıycaz hayatımızı.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

VAROLUŞUN BİR ANLAMI VAR MI?

Yaşadıkça düzelmiyordu hayat. İçimizdeki çocuğu büyütmek lazımdı. Hala hayatın niye böyle olduğunu sorguluyorsak, kendimizle ve başkalarıyla kavgamız bitmemişse henüz olgun değildik. Bu durum büyümediğimizi ifade ediyordu. Yaşlandıkça ümitlerimiz de yaşlanıyordu, kendi acımızdan kaçmak için bencilleşiyorduk zaman geçtikçe. Daha bencil, daha mutsuz insanlar oluyorduk. İyi ve kötü diye tanımladığımız insanları olduğu gibi sevebildiğimiz, kendimizle barışık olduğumuz başka bir yer varmıydı? Yargılamadığımız, yargılanmadığımız, korkuların, tüm sıfatların anlamını yitirdiği başka bir boyuttan söz ediyorum. Cenneti ve cehennemi de bu dünya da gördüm diyor bu şair. Şeytanı ve kötülüğü hep dışarıda arar insanoğlu. Oysa bir bilse şeytan aslında içinde. Dünya nimetlerine fazlaca düşkün, hırslı, doyumsuz, kibirli bir canavar insan yüreğinde. Hem kendisini huzursuz ediyor, hem çevresini. Çizginin bir ucu yaşam, diğer ucu intihar… Öyleyse yaşamak, ölümün tam kıyısında durabilmeyi, ayaklarını boşluğa sarkıtmayı, korkusuz olmayı gerektiriyordu. Sezen Aksu’nun bir şarkısında söylediği gibi. ‘ Yitirmeli ne varsa, başlamalı yeniden’ Hiçbir konuda sabit fikirli ve katı olmamayı, değişmeyi ve inandıklarından vazgeçebilmeyi bilmek gerekiyordu yaşamak için. Yaşam ve ölüm birbirine bağlı iki arkadaştı. Ölüm yaşamı değerli kılıyordu, onu tamamlıyordu. Hayat dediğin bittikçe başlıyor, her acı insanı biraz daha büyütüyor, öldürmeyen her acı güçlendiriyordu. Asıl amaç yaşamak olmalıydı yine de her şeye rağmen. Kısa ya da uzun olması önemli değildi. Çünkü gerçek olan zaman değildi. Hayatı güzel yapan, o sonu gelmeyen arayış, özlem ve mücadeleydi.
Değişiyor insan kendine bile itiraf edemediği bir şekilde. Yaşarken fark ediyor ki her şey birbirine bağlı ve her parça kendi içinde bir anlam taşıyor. Sabırla ve sükûnetle beklemeyi başarabilsek, kâinatın bütün sırlarının kendisine sunulacağı hissine kapılıyor. Hayat elimize tutuşturulmuş rengârenk bir oyuncaktan ibaret. Kimisi bu oyuncağı çok ciddiye alır, onun için ağlar, onu gözünden sakınır. Kimisi de eline alır kurcalar bu oyuncağı. Kırar, parçalar, kıymet vermez. Biz yaptığımız hatalardan çok pişman olsakta, hayatın değerini bilmediğimiz için hayıflansakta hayatımızı değiştirmek için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, tamamen yenileyebiliriz kendimizi. Geçmişimizden güzel dersler çıkartıp, korkularımızı, güvensizliğimizi, acılarımızı geleceğe taşımadan. Sil baştan başlamak için, yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeyi bilmek gerek. Elif Şafak’ın ‘Aşk’ adlı kitabında geçen şu paragrafı sizlerle paylaşmak geldi içimden. ‘ Noktalar değişse de bütün hep aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz. Her şey yerli yerinde kalır. Merkezinde… Ölen her sufi için bir yeni bir sufi doğar.
İnsanın varoluşunun nedenini sorguladığı zamanlarda, her şeyin anlamsız olduğunu düşünmesi, geçmişinde yaptığı hatalardan, acısından kaçması ve suçu başkalarında araması, kendisine karşı acımasızlığını ifade eder. Hayatın bana adil olmadığını düşündüğüm zamanlarda, her şeyin bir anlamının olduğuna inanmak isterim. Ve yürekten inanırım ki kendime karşı dürüst olduğum sürece, hayat yarı yolda bırakmaz beni.

YAZAR:SEMA YILDIRIM

Sadakat, bir erkek için özgürlüğün kısıtlanmasıdır

Hayatında bir erkek olmadan, hayatın anlamsız olacağı öğretildi bize. Çoğu kadın yalnızlık korkusuyla kendisini sevmeyen, ama sevdiğine inandığı erkekleri kabul edebiliyor özel hayatına. Birçok kadın varlıklı bir erkekle evlenerek sosyal statüsünü yenilemeyi tercih ediyor. Birçok kadın da erkeğe ekonomik güvenceyle bakmayıp, gerçekten sevip, sevildiğinde var olduğunu hissediyor.
İnci Aral’ın ‘Sadakat’ adlı romanında kadın ve erkek birbirlerine sadık olma konusunda nasıl bir mücadele içerisine girdiği ve erkeğin sadık olmayı cinsel anlamda özgürlüğün kısıtlanması olarak algıladığı çok açık bir şekilde anlatılıyor. İnci Aral’ın bu romanında hikâyenin kahramanlarından biri olan Azra, yaşamında bir erkek olmadan kendi varoluş nedenine inanmayan kadınlardan. Azra bu nedenle eşi Ferda’nın ufak tefek çapkınlıklarına, kaçamaklarına göz yumuyor. Burada Azra’nın aşkı hastalıklı bir durum. Kocasının ona karşı ilgisizliğini kabul etmek istemiyor. Ferda gibi kadınları kolayca etkileyen bir erkeğin yanında Azra kendini gittikçe güvensiz ve yalnız hissediyor. Azra’nın güvensizliğinin onu daha hırçın ve kıskanç yapması, Ferda’nın kaçmasına bahane oluyor. Ferda bu durumda karısının hırçınlığını ve baskıcılığını, özgürlüğünü kısıtlayıcı bir engel olarak görüyor. Azra’nın kendi yarattığı, kendisini inandırmak istediği, hayatına kabul ettiği kocası Ferda doğal olarak Azra’nın bu tutumunu ve kıskançlığını anlayamıyor. Her kadın gibi gerçek olmayan bir hayalin peşinden sürükleniyor bu hikâye de Azra. Ama bunu kendisine itiraf edemediği için, ilişki zamanla hastalıklı, iki tarafa acı veren bir kimliğe bürünüyor. Azra’nın annesi, kocası tarafından aldatılan bir kadın. Annesinin babası tarafından aldatılmasını, annesinin sert ve kendini beğenmiş olmasından kaynaklandığını ifade ediyor. Yani kendi düştüğü hataya annesi düştüğünde, annesinin yaptığı davranışın yanlış olduğu düşüncesinin farkına varıyor. Ama her kadın gibi o da mutluluğu aşkta arıyor. Hayal ettiği bir erkek bulamadığında, yanlış insanları hayatına çekiyor. Sadık kalma zorunluluğu, aşkta saygıyı öldürüyor. O kişinin sınırları zorlandığında aşk, aşk olmaktan çıkıyor.
Bağımlı olmaya zorlanan karşı taraf, mutluluğun özgürlükte olduğuna inanıyor. Evliliklerde aşkın tükenmemesi için, iki tarafta kendini özgür hissetinde mutlu olabilir gerçeğini unutmamak gerek. Karşınızdaki kişiye saygı duyduğunuz ve özgürlüğüne saygı duyduğunuz sürece onu kaybetmezsiniz.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

6 Ocak 2012 Cuma

İNANÇ OLMADAN AŞK OLMAZ

            İnanç aşk gibidir. İspat istemez, ya vardır ya yoktur. Ama inancı olan insan aşka da sonuna kadar inanır. Sevmeden, sevilmeden Tanrı’ya verdikleri için şükretmeden iman etmek mümkün müdür? Aşık olma yeteğine sahip bir insan, damarlarında Allah’a ve Allah’ın yarattığı varlıklara karşı sevgi hissedebilir. Her insanda sevme yeteneği yoktur. Gerçek sevgi Tanrı’nın kullarına bahşettiği eşsiz bir hediyedir. Bu hediye sana verildiyse kıymet bilmeli, içindeki sevgiye ihanet etmemelisin. Hepimiz Yaradan’ı kendimizce tanımlarız. Bu tanımlama kendimizi nasıl gördüğümüzle ilgilidir. Tanrı denince aklımıza korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa demek ki bizde korku ve utanç içindeyiz. Eğer Tanrı denince aşk, merhamet, şefkat anlıyorsan sende sevme yeteneğine sahip birisin demek ki. İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi dilediği gerçekleşmediğinde şükredebilen kişidir. Hayatın bize adil olmadığını düşündüğümüz zamanlarda, Tanrı’nın bize verdikleri için şükretmek birçoğumuzun yapamadığı bir durumdur. Oysa kusursuz olanı sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla, sevabıyla insanları sevmeye çalışmaktır. Sevgi, hayat hakkında bize bilmediğimiz birçok şeyi öğretir. Hayatın anlamını sorgulayan insanlar, sevmeyi bilmeyen kişilerdir. Birçoğumuz Tanrı’ya sığınmayı zayıflık olarak değerlendirir. Aslında bu teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan, emin bir yolda ilerler, yaptığı hatalardan ders alır. Hayatın ona kurduğu tuzaklara karşı güçlüdür.
             Başımıza gelen her felaketin, bir nedeninin olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Hayatın sınavları var. Bizim zorluklar karşısında kendimizden ne kadar ödün verip, vermeyeceğimizi anlamak istiyor. Aşkla, dostlukla, ihanetle, hayatımızda önem verdiğimiz birçok şeyle ölçüyor dayanıklılığımızı. Okuduğum bir kitapta, bu hayatta ancak tezatları kucaklayabildiğimiz ölçüde olgunlaşırız şeklinde bir cümle geçiyordu. İnsanlar ne çok iyiydi ne çok kötü. Bir duruma bir anlam veremezdim eskiden. Birçok konuda kendisine karşı hassas davranan bir insan, nasıl oluyordu da başkalarının acısına karşı duyarsız ve acımasız olabiliyordu.  Bu tezatlığı, farklılığı kabul ettiğim sürece, hayat hakkında daha çok şey bilen olgun biriydim. Olgunluk beni daha sessiz biri yapsa da, ümitlerim zaman içinde azalsa da yaşadığım acılar eskisi gibi sarsmıyordu beni. Hayat bu işte deyip geçebiliyordum, eskisi gibi üstünde durmak anlamsız geliyordu bana. Aşkı, hayatı, insanı, kendimi olduğu gibi kabul etmeyi öğrendiğim andan itibaren, hayat eskisi gibi uğraşmıyordu benle. Çünkü değişimi reddetmeyen, hakka teslim birisi olarak eskiye göre mükemmel hissediyorum kendimi.
YAZAR: SEMA YILDIRIM

AŞKIN GURURU OLABİLİR Mİ?

Bazı olaylardan, kaçarak kurtulamaz insan. Çünkü nereye gidersen git kalbin ve aklın seninle gelir. İnsanın acıdan kaçması ve kendini kandırması geçmişi unutmaya çare değildir. Pişmanlıkların götüreceği yer, yine seni geçmişindir.
           Reşat Nuri Güntekin’in en güzel romanlarından biri olan ‘Çalıkuşu’ Feride isimli bir genç kızın hayat hikâyesini anlatır. Feride hareketli, yaramaz ve aynı zamanda hiçbir zaman dışarı vurmasa da duygusal bir kızdır. Üç yaşına kadar Musul’da yaşamış olan Feride, kuraklıktan sonra Karbela’ya göçmüştür. İstanbul’a göçmeden önce, altı yaşındayken annesini kaybeder. Bunda sonra Feride Teyzesiyle birlikte yaşamaya başlar. Yeni akrabalarıyla tanışan Feride, burada yaramazlıklarını sürdürür. Yalnız teyzesinin oğlu olan Kamuran’a karşı çekingenliği vardır. Kamuran ağırbaşlı ve uslu, Feriden de yaşça büyüktür. Feride on sene boyunca okuyacağı Sör Mektebine yazılır. Okulda yaramazlıklarına devam eden Feride, bu yüzden arkadaşlıklarından ayrı bir şekilde oturtulmuştur. Feride teneffüslerde okullardaki ağaca tırmanır. Daldan dala atlarken, bunu gören muallim ‘Bu kız insan değil, çalıkuşu diye bağırmış bir gün. Ve o günden sonra Feride’nin adı Çalıkuşu olarak kalmıştır. Kamuran ve Feride birbirlerini seviyorlardır. Ve bir süre sonra nişanlanırlar. Feride, Kamuran’ı çok sevmesine rağmen ona karşı çekingendir. Ve Kamuran’dan sürekli kaçıyordur. Kamuran memuriyetini yapmak için Avrupa’ya gitmek zorundadır. Yalnız bu ayrı kalma süresi ikisi içinde çabuk geçer. Düğüne üç gün kala beklenmedik bir olay yaşanır. Ve Feride için hayat bundan sonra başlayacaktır. Kamuran’ın kendisini aldattığını öğrenen Feride hemen evi terk eder. Kendi hayatını kazanmak için Anadolu’ya gitmeye karar verir. Feride bir süre annesinin dadısı olan Gülmisal Kalfa’nın evinde kalır. Bir buçuk yıl beklemeden sonra Bursa’nın merkezinde Coğrafya ve Resim öğretmenliğine tayin edilir. Hayat tuzaklarını örmeye başlamıştır. Feride bu görevden müdürün ısrarcı tavırları ve öğretmenin ağlayışları ile hazırlanan bir tuzağa düşerek istifa eder ve Zeyniler Köyünde öğretmenlik yapmaya başlar. Bu yer doğru dürüst yeri olmayan, hatta okulu bile ahırdan bozma bir yerdir. Feride hiç sevmediği bu yere alışır. Öğrencileriyle iyi ilişkiler kurar. Öğrencilerinin arasında Munise adlı genç bir kızı daha çok seviyordur. Feride kaderin önünde bir yaprak misali oradan oraya sürüklenirken, hayat hakkında daha fazla tecrübe ediniyordur. Gittiği her yerde dikkat çeken ve çok güzel bir kadın olan Feride, kadın olmanı zorluğunu yaşıyordur yalnız yaşayan her kadın gibi. Feride’yi kızı gibi seven Hayrullah Bey, onunla beraber yaşadığı için halk tarafından hoş olmayan dedikodulara maruz bırakılır. Bu dedikoduları önlemek için Hayrullah Bey, Feride ile evlenmek zorunda kalır. Feride’nin günlüğünü okuyan Hayrullah Bey Feride’nin Kamuran’ı çok sevdiğini anlar. Ve onları birleştirmek için bir mektup yazıp, mektubun içine Feride’nin günlüğünü de koyar. Ve Feride’ye Kamuran’a iletmesi için bir mektup verir. Feride İstanbul’ gittiğinde Kamuran’ı ne kadar çok sevdiğini anlar. Kamuran’da Feride’nin verdiği mektubu okuyunca gerçeği öğrenir. Yaşadıkları bunca acıya ve mücadeleye rağmen, bu hikâye mutlu sonla biter. Ve Feride ile Kamuran evlenirler.
                 Her aşkın sonu mutlu bitmese de ortada yaşanan gerçek bir aşk varsa, bütün engelleri aşar bu hikâyede olduğu gibi. Aşk vefasızlığı affetmese de aşkın gururu olamaz. Vazgeçmek kolay değildir, eğer ortada yaşanan gerçek bir aşk varsa…  Sezen Aksu ‘Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk’ diye söylüyor bir şarkısında. Aşk için mücadele etmeye değer. Aşk  vazgeçememektir  bence bu şarkıda anlatıldığı gibi.
YAZAR: SEMA YILDIRIM

BOLEYN KIZI

Boleyn kızı romanının konusu, bir kralın aşkı için birbirleriyle savaşan iki kız kardeşin hikâyesidir. Kardeşlerden biri olan Mary Boleyn on dört yaşında kraliyet sarayına geldiğinde 8.Henry’in gözlerini kamaştırır. Gördüğü ilgiyle tüm benliği alt üst olan Mary, hem krala aşık olur, hem de gayri resmi kraliçe olarak her gün artan rolüne. Öyle bir an gelir ki kralın kendisine olan ilgisi gittikçe azalmaya başlar. İhtiraslı planlar yapan ailesinin piyonuna dönüştüğünü fark eder,  çevresindeki en yakın arkadaşları ve kardeşi Anne Boleyn ile rekabet etmeye zorlanır. İşler çığrından çıktığında ailesi ve krala başkaldırması gerektiğinin farkına varır.  Bu hikâyenin başkahramanı Anne Boleyn Kraliçe Elizabeth’inde annesidir. Bu kadar etkili olabilmesinin ardında acımasızca önüne çıkan herkesi ve akrabalarını silebilmesi vardır.  Ezip geçtiği kişilerden biri de kız kardeşi Mary’dir.  Anne, kız kardeşinden daha hırslı ve acımasız bir kişiliğe sahiptir. Henry’i Mary’nin elinden almakla kalmamış, daha sonra alt tabakadan mensup bir hizmetçiye aşık olup evlendiğinde kız kardeşini saraydan attırmıştır. Anne, Kral’dan Elizabeth isimli bir kız çocuğu doğurur. Yalnız iktidarını sağlamlaştırmak için bir oğlan çocuğu doğurmaya çalışır. Yalnız ikinci çocuğu da kız olunca ağabeyi George’la beraber olmaya karar verir. Çünkü Kral, Anne’den soğumaya başlamış, ona karşı ilgisini kaybetmiştir. Ensest ilişki sonucunda dünyaya gelen çocuk korkunç derece de deforme haldedir.  Bu ilişkinin ortaya çıkması sonucu Anne ve George idam edilir.  Bu idamla birlikte son gülen, kardeşinden daha cesur davranan, hizmetçisiyle evlenen Mary olmuştur. İki kardeşten biri olan Mary, güç yerine sevgiyi ve huzuru tercih etmiştir. Anne ise iktidar hırsını yanlış biçimde kullanarak mutluluğunu kurban etmiştir. Hırsları uğruna her şeyden vazgeçmiş, ama kendisini kaybetmiştir.
                    Daha çok şeye sahip olmak yerine, daha az şeye sahip olup mutlu olmak bizim elimizdedir.  Ve mutlu olmak, vazgeçemediğimiz şeylerden ödün verip, fedakârlık yapmayı gerektirir.  Gerçek anlamda kendimizi mutlu hissettiğimiz birkaç güneşli gün hatırına, hayatı kimse için değil, kendimiz için yaşamayı öğrenmeliyiz.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

SEVMEK ÖZEL BİR YETENEKTİR

Hayatın kendisine adil davranmadığını düşünen, Tanrı’ya inancı kalmamış, yaşamı haksızlık ve mücadele ile geçmiş bir insan, bir gün tanımadığı birinin kendisine merhametli davranmasıyla değişebilir mi?  İyi ve kötü olmanın bir seçim olduğunu en güzel anlatan romanlardan biri de Victor Hugo’nun ‘ Sefiller’ adlı romanıdır. Eniştesinin ölümünden sonra, ablasına ve yedi yeğenine bakmak zorunda kalan Jean Valjean yeğenlerini doyurabilmek için bir somun ekmek çalar. Bu olaydan sonra hapse atılır. Hayatının büyük bir bölümünü hapishane de geçirmek zorunda bırakılır. Hapishane’den çıktıktan sonra herkes ona kötü gözle bakmaya başlar. Kimse ona bir şey vermek, iyilik yapmak istemez. En sonunda bir papazın evine gelir. Papazın evindeki gümüşleri çalar. Yakalanmasına rağmen, papaz kendisini bağışlar, gümüşleri ona verir. Bu olay Jean Valjean hayatın da bir dönüm noktası olmuştur. Yaptıklarına çok pişman olmuş ve iyi biri olmaya karar vermiştir. Hikâye’nin başkahramanlarından olan Fantine, Cozette’nin annesidir. Kendisini çocuğuna adamış fedakâr bir annedir. Cozette ise küçük yaşta annesinden ayrılmak zorunda bırakılmış ve bir ailenin yanına verilmiştir. Cozett’e bu evde iyi bakmadıkları gibi annesinden de para koparırlar. Fantine canını dişine takıp çalışır, kızına para bulmak için her şeyini feda eder. Bu iki kadının hayatında Jean Valjean’ın rolü çok önemlidir. Özellikle Rozette için büyük fedakârlıklar yapmıştır. Hayatı boyunca yardıma muhtaç olan insanları mutlu etmeyi kendisine görev edinmiştir. Rozette ile Marius arasındaki aşk Jean Valjean ‘ın fedakârlıkları sayesinden mutlu bir sonla biter. Marius, bütün bu iyiliklerine rağmen Jean Valjean’ın geçmişini öğrenmesinden sonra ondan nefret eder. Bu yüzden çok sevdiği kızı Cozette’yi göremez. Ölüm vakti geldiğinde kapısını Marius ve Cozette çalar. Marius hatasını ve Jean Valjean’a haksızlık yaptığını anlar. Ve çok sevdiği Cozette’nin yanında huzur içinde ölür.
                 Bu hikâyenin kahramanı Jean Valjean yaşadığı bütün olumsuzluklara rağmen, inancını yitirmeyen cesur ve güçlü bir insan’dır. İşlediği suçun bedelini ağır ödemiş olsa da kendini affedebilmek adına olabildiği kadar iyi bir insan olmaya çalışmıştır. Geçmişinden ders alıp, hayatı ve insanları suçlamayıp, kendisini değiştirmeye karar vermiştir. Bu hikâye de birine iyilik yapmanın birçok kişinin hayatına getirdiği güzelliğe tanık olunca etkilendim ve çok duygulandım. Keşke herkes bir kişiyi mutlu etmenin önemini anlayabilse, iyilik ve kötülüğün bulaşıcı olduğu bilincine varıp, yaşadığı dünyaya güzel şeyler vermenin coşkusunu içinde taşıyabilse.
                   Yaşadığımız ilişkilerde, yaptığımız fedakârlıklar sonucu nankörlük görmüş bile olsak, sevginin gücüne inanmalıyız. İnsan sevebildiği sürece insandır. Ve hak ettiği biçimde yaşar. Sevmek, insanın Tanrı’ya verdiği özel bir yetenektir. Bu yeteneğin farkına varıp, onu geliştirmek bize evrenin sırlarını açar. Bunu anladığımız da sevgiden çok şey öğreniriz.

YAZAR: SEMA YILDIRIM

UNUTURSUN ADI AŞK NASIL OLSA

Casablanca filmi, gelmiş geçmiş zamanın en iyi aşk filmlerinden biridir. Casablanca’nın konusu İkinci Dünya Savaşı’nda geçer.  Hikâye de Rick Blaine,  Kazablanka’da bir bar işleten, hayata küskün, hayalleri olmayan bencil bir adamdır. Rick zamanının tümünü burada geçirmekte, sahte belge temini gibi yasal olmayan işlerle uğraşmaktadır. Victor, Nazilere karşı direnen bir Çek örgütünün lideridir. Naziler tarafından esir edilmiş, kapatıldığı toplama kampından kaçmıştır. Victor savaşta tarafsız kalan Portekiz’in başkenti Lizbon’a gitmek için tek yolun Casablanca olduğunu düşünür. Ve Victor’a sahte belge temin edecek tek kişi Rick Blaine’dir.  Victor’un eşi İlsa, Rick’in yıllardır unutamadığı aşkıdır. Paris’in Naziler tarafından işgal edildiği sıralar Rick ile İlsa Paris’ten kaçmak için sözleşirler. Fakat İlsa buluşmaya gelmez. İlsa ile tekrar karşılaştıklarında Rick’in hayatı yine eskiye döner. Rick, günlerini İlsa’ya olan nefretle iç içe sevgisini sorgulamakla geçirir. Oysa İlsa, kocasının öldüğünü sandığı için Rick ile birlikte olmuş, Victor’un ölmediğini anlayınca tekrar ona geri dönerek hayat mücadelesinde onun yanında yer almıştır. Tekrar karşılaştıklarında İlsa’nın Rick’e karşı eski duyguları canlanır ve eski günlerin özlemiyle kaçamak buluşup, gelecek için hayal kurmaya başlarlar. Fakat her aşkta olduğu gibi, bu aşkta engellere takılır. Ve sonu mutlu bir şekilde bitmez. İlsa, aşkına sahip çıkarken, Rick’in cesaretsizliği ve bencilliği yüzünden bu aşk yarım kalır. İlsa, istemeyerekte olsa Lizbon’a gitmek üzere olan uçağa biner ve hayatının aşkını Casablanka’da bırakır. Rick aşkı ve bencil duyguları arasında kalıp, İlsa için en iyi olanın Lizbon’a gitmek olduğu kararını verir, İlsa’yı bunu yapması için ikna eder. Rick bu aşkın ve yaşadığı mutlu günlerin değerini bilemeyerek, yine mutsuzluğa olan bağlılığı yüzünden hem kendini hem sevdiği kadını mutsuz etmiştir.
                Aşkın iki taraf için fedakârlık gereken bir duygu olduğunu bildiğimiz halde, yine de hep bir taraf hep daha çok seven, cesaret eden, fedakârlığı üstlenen oluyor çoğu zaman. Aşk iki kişilik yaşanmıyor, hayat koşullarında tükeniyor.  Acıyı en çok güvenen ödüyor maalesef bu aşk hikâyesinde olduğu gibi.
                Mutlu olmaktan korkuyoruz galiba. Çünkü mutlu olmak emek istiyor ve üstlenmemiz gereken bir sorumluluk yüklüyor omuzlarımıza. İçimizde bir düşman var, mutluluğa giden yolda hırsına yenilen, aslında kendisinden başka kimseyi sevmeyi bilmeyen. Kendimizi acının saygınlığına kaptırıp, hayatımızdaki güzelliklerin değerini bilmeyip en son biz vuruyoruz kırbacı sırtımıza. Cenneti özleyen, ama cehenneme kendisini layık gören iki duygu arasında tükeniyor ömürler.   

YAZAR: SEMA YILDIRIM                 


Estetik duygusu, sağ beyin fonksiyonu olduğu için kadınlarda daha fazladır.

        Güzelliği sevme eğilimi, insanda sağ beynin bir fonksiyonudur. Kadınlarda sağ beyin daha fazla çalıştığı için estetik duygusuna, erkeklerden daha fazla önem verirler. Estetik duygusu olan insanlar, ritimde, seste, tabiatta güzelliklerin farkına varabilen insanlardır. Estetik duygusu azaldığı zaman, kişi kendini kötü hisseder ve özgüven kaybı yaşar. Kadınlar, estetik duygularını tatmin ettikleri zaman, kendilerini güvende hissederler. Estetik operasyon için cerrahlara başvuran kişilerin, aslında aradığı özgüven duygusudur.
           Güzelliğin en büyük özelliği sergilenmek istemesidir. Bir ressamın eserini, atölyesinde tutması ve sergi açmasının amacı takdir görmek ve insanlar tarafından sevilmektir. Güzellik duygusu, insanın kabul görme ihtiyacı ile çok yakın bir duygudur. Kendini göstermek arzusu, beraberinde onay ve sevilmeyi getirir. Ergenlik döneminde fiziksel görünümüne çok önem veren gençler, ayna karşısında çok zaman harcarlar. Bunda son yıllarda günümüz dünyasında hâkim olan ve özellikle kadınları hedef alan ve güzelliğe sembolik anlamlar yükleyen tüketimi arttırma düşüncesi de etkilidir. İnsanın önce kendisini sevememesinin nedeni, rekabeti hedef alan bir toplumda kendisinden bir türlü memnun olamamasıdır. Bu teknolojik çağa ayak uyduramayanlar, mutlu olmayı bir türlü başaramazlar. Değişime ayak uydurmaya çalışırken, tüketimi arttırmak için bizi aldatmaya çalışanlara inanmayalım. Para bir araçtır, amaç olmamalıdır sözünü bize unutturmak isteyenlere aldanırsak, onların istediklerini gerçekleştirmiş oluruz.
YAZAR: SEMA YILDIRIM

2 Ocak 2012 Pazartesi

AŞK ÖZGÜRLÜKTÜR

            Aşk özgürlük verir. Sahiplenmek değil, sevdiğin kişinin gizli alanına girmemeye çalışmaktır. Sana ihtiyacım olduğu için seninle beraber değilim, seninle bir şeyleri paylaşmak beni mutlu ediyor, o yüzden sana aşığım diyebilirsek, aşkımız şiirselleşir, ve tadına doyum olmayan bir güzelliğe dönüşür. Evlilik aşkın düşmandır, çünkü aşkı garantilemeye gerek yoktur. İnsana özgürlüğü yasaklandığı anda, ondan en değerli hazinesini ve krallığını almış olursunuz. Özgürlüğü elinden alınan kişi bir köleden farksızdır. Ve zaman için de aşk, iki taraflı bir meydan okumaya dönüşüyor, alışkanlıklardan kolay vazgeçilmiyor hemen. Bu öğrenilmiş çaresizlik aklımızı, ruhumuzu ele geçirmiş durumda. Değişim mi gözümüzü korkutan, kaldıramamak mı hayatın ağır yükünü bir kez daha. Acı çekmekten mi korkuyoruz gülmeye özlem duyduğumuz bu dünyada. Bağımlı olmamalıyız birbirimize, mecburiyetten gelmemeliyiz bir araya. Onu özlediğimiz ve gerçekten ihtiyaç duyduğumuz da birlikte olmalıyız.
            Üstün Dikmen’in ‘Eşitler Evi’ adlı kitabında okuyucularına sorduğu o soru geliyor aklıma. Siz nasıl bir evde yaşıyorsunuz? Eşitler evinde mi yoksa esirler evinde mi? Bağımlımısınız yoksa bağlımısınız. Eğer bağımlıysanız esirler evinde yaşamaktasınız, beraberliğinizin amacı bağlılıksa eşitler evindesiniz demektir. Erkeği kadına, kadını erkeğe bağımlı bir toplumda ne yazık ki birçoğumuz esirler evindeyiz. Kölelik var hala günümüzde. Sadece adı değişmiş bir şekilde varlığını sürdürüyor. Kölelik zorumuza gidiyor bir zaman sonra. Korkular kavgaya, şiddete, zorbalığa dönüşüyor. Aşkı bulma ihtimalini bile hayatın kendisi belirliyor bizim fikrimizi almadan. Esirler evinden, eşitler evine geçersek bir gün, aşk bulacak bizi umarım. Ama kim bilir ne zaman?

YAZAR: SEMA YILDIRIM

İÇİMİZDEKİ FRANKESTAİN

               Frankestain, Mary Shelly’nin yazdığı ve kendi hayatından uyarladığı romanın kahramanıdır. Bu roman hayat içerisinde kötü ile iyinin savaşında kaybeden, yalnızlığa itiraz eden insanların öyküsüdür. Frankestain görüntü olarak çirkin de olsa, mizacı yumuşak bir yaratıktır. İnsanların onu anlamayıp, görüntüsüne göre karar vermeleri, bu önyargıyı değiştirememiş olması, yaşadığı korkunç yalnızlık onu acımasızlaştırmış ve intikam duygusunu körüklemiştir. Onu yaratan kişiye duyduğu nefret, onu kötü birisi yapmıştır.
                 Hayatımızda birçok kişinin içinde bir Frankestain bulunur. İnsanın içinde melek ve şeytan ikisi de mevcuttur. Birçok insan gibi o da melek olmaktan vazgeçip, içindeki şeytanın sesine kulak verirek acımasız olmayı tercih etmiştir. Kötülüğü tercih etmesi aslında Tanrıya duyduğu bir isyandır. Birçoğumuz yaşadığımız olumsuzluklardan dolayı Tanrıyı şuçlarız. Onun bizi yeterince sevmediğini düşünüp, hayata küseriz. Ve bu duygu bizi bencil biri yapabilir. Bu kaderci tutum şarkılara da geçmiştir. Örneğin bu şarkı sözünde olduğu gibi. ‘ Tanrım dünyaya beni sen attın, çile çektirdin derman arattın’ sözleri birçoğumuzun ruh durumunu yansıtır.
                    Kimimiz bu dünyaya sanşlı geliyoruz, kimimiz şansız. Ama insan kendi kaderini kendi yaratır sözüne de inanıyorum. Yaşadığımız mutsuzlukların sebebini Tanrıya yüklemek, hayatımızda bize verilenlere şükretmemek yaşamımıza mutsuzluğu getirir sadece. Her yaşanan acının insana öğrettiği bir ders vardır. Yaşamda yaşadığımız kötü olaylardan, kendimize iyi pay çıkarmak bu imtihan dünyasında geçtiğimiz en büyük sınavlardan biri değilmi?

YAZAR: SEMA YILDIRIM

MADAM BOVARY

          Bir kadının başına gelen en kötü olaylardan birisi evlendiği adam da aradığı romantizmi bulamamış olmasıdır. Bunun en güzel örneklerinden biri Gustave Flubert’in romanında anlattığı Madam Bovary’dir. Madam Bovary’nin duygusal ve romantik kişiliği evliliğinde farklı aşk arayışlarına girmesine neden olur. Aşk bir kadının hayatında en çok ihtiyaç duyduğu duygulardan biridir. Kadın gerçek bir kadın olduğunu, âşık olduğunda ve hislerine karşılık bulduğunda hisseder. Hayatında aşkı bulamayan her kadının, arayış içinde olması bundandır. Madam Bovary’nin bu aşk arayışı ve yaşadığı ilişkiler çoğu kez mutsuzlukla sonuçlanır. Psikolojide bu hayattan zevk alamama ve doyuma ulaşamama durumu bir hastalık olarak algılansa da hangi kadın mutluluğu yakalamaya çalışmaktan ve aşkı bulacağına dair inançtan vazgeçebilirki?
           Emma, kocasının hırslı biri olmamasından şikâyetçidir. Kocası istediği hayatı ona bir türlü verememiştir. Mutluluğu aşkta bulamayan Emma Bovary, kocasını kendi ihtirasları için kullanır. Ondan düztaban birisini ameliyat etmesini ister. Kocası yeteneğini ispat ederse, Emma istediği hayata kavuşacaktır. Kocasının başarısızlığı, Emma’nın kocasından nefret etmesine neden olur. İlişki kurduğu ve aşk yaşadığını sandığı adamlar, onu kendi çıkarları için kullanır. Yaşadığı hayal kırıklıkları intihar etmesine yol açar. Ve kocasının yanında çırpına çırpına can verir.
             Bu hikâye, birçok kişinin ve özellikle kadınların ortak hikâyesidir. Aşkta mutluluğu yakalamak, kaç kişiye nasip oluyor ki? Manevi değerlerin kalmadığı, günümüz maddiyat dünyasında aşkta ölüme mahkûm ediliyor. Aşk hepimizin içinde bir tutsak. İnsanın mutluluk arayışı hiçbir zaman vazgeçmemişken, neden yalnız ve birbirimize bu kadar acımasızız.

YAZAR: SEMA YILDIRIM